Showing posts with label Çok özel Az genel. Show all posts
Showing posts with label Çok özel Az genel. Show all posts

Thursday, November 29, 2007

Rainmaker

when i was wandering in the desert
and was searching for the truth
i heard a choir of angels calling out my name
i had the feeling that my life would never be the same again
i turned my face towards the barren sun

and i know of the pain that you feel the same as me
and i dream of the rain as it falls upon the leaves
and the cracks in our lives like the cracks upon the ground
they are sealed and are now washed away

you tell me we can start the rain
you tell me that we all can change
you tell me we can find something to wash the tears away
you tell me we can start the rain
you tell me that we all can change
you tell me we can find something to wash the tears.....

and i know of the pain that you feel the same as me
and i dream of the rain as it falls upon the leaves
and the cracks in the ground like the cracks are in our lives
they are sealed and now far away

you tell me we can start the rain
you tell me that we all can change
you tell me we can find something to wash the tears away
you tell me we can start the rain
you tell me that we all can change
you tell me we can find something to wash the tears.....

and i know of the pain that you feel the same as me
and i dream of the rain as it falls upon the leaves
and the cracks in the ground like the cracks are in our lives
they are sealed and now far away

Iron Maiden

Tuesday, March 06, 2007

Emekliliğe Doğru Emeklerken

Kayıt altına alınarak çalışmaya başlayalı on yıl olmuş.

Yakın zamanda Figenciğim de emeklilik konusunda uzun uzun, özellikle de yurtdışında çalışanlar için oldukça faydalı olacak, yazılar yazdı. Ne tesadüf ki, onun bu yazıları benim bir Sosyal Sigorta numarası ile çalışmaya başlayışımın 10. yıl dönümüne denk geldi.

Daha vaktimin çok olduğunu düşündüğüm için 'ne zaman emekli olacağım' diye çok fazla kontrol yapmıyorum. Ancak, eğer primlerinizin ödenmesiyle ilgili tereddütleriniz varsa ya da 'elimin altında şu kayıtlar doğru düzgün bulunsun' derseniz, bağlı bulunduğunuz sosyal güvenlik kurumunun web sayfalarını ziyaret edin.

Ben arada bir buraya girip 'hala emekliyor muyum?' diye bakıyorum.

Bir yakınınız ya da istediğiniz herhangi bir kişinin, eğer TC kimlik numarasını, adını, soyadını, ana-baba adını, doğum yılını biliyorsanız sigorta tescil kaydının yapılıp yapılmadığını buradan öğrenebilirsiniz.

Ben SSK'ya kayıtlı olduğum için, burda söyleyeceklerim hep bu kurum üzerinden olacak. Gerçi ülkemizdeki üç kurum tek bir çatı altında toplandı ama yine de herkes kendi bağlı olduğu kurumdan bilgilerini öğrenebiliyor.

Her ne kadar pek çoğumuz içinde bulunduğumuz sistemi beğenmiyor olsak da o çook uzaktaymış gibi görünen günler bir gün geliverecek. Zaten hepimiz zamanın çok hızlı geçtiğini söylemiyor muyuz? İşte o gün geldiğinde, eğer biraz rahat yaşayalım diyorsak, bunu bugünden planlamamız gerekiyor.

Öncelikle 2 şartı yerine getiriyor olmamız lazım. Birincisi belirli bir süre boyunca (gün üzerinden hesaplanan) prim ödemek , ikincisi ise belirli bir yaşa kadar hayatta kalmayı becermek.

Eh bu prim günlerini de bir an önce doldurmak gerekiyor. Ama prim engelini atladıktan sonra bir de yaş engeline takılıyoruz. Primi doldurdum diye yan gelip yatamıyoruz, çünkü maaşımız bağlanmıyor. Biz de paşa paşa çalışmaya devam ediyoruz.

İşte burada her bir günün önemi büyük. Şimdi içinde bulunduğumuz ve çabucak geçen bu günlerde primler damlaya damlaya göl olmalı. Daha öncede söylediğim gibi primlerin takibi çok önemli, yasalar sigortasız çalıştırmayı engelliyor olsa da işverenin primlerimizi düzenli ödediğini takip etmek lazım.

O gün geldiğinde, bağlanacak maaşın aslında bugün yaşadığımız hayat tarzını sağlamayacağı aşikar. Benim gibi memur-işçi çocuğu olanlar zaten durumun içindeler.

Emekliliğe doğru emeklerken bazı kişisel girişimlerde de bulunmak lazım. Devletin bağlayacağı maaşın yeterli olmayacağını düşünerek şimdiden bireysel emeklilik sistemine dahil olunabilir. Benim dahil olduğum sisteme göre 2029'da emekli olacağım. Tabii bu sistem de ne kadar ekmek o kadar köfte hesabı yapıyor.

Bunlar derin mevzular, çok daldım çıkamıyorum şimdi.

Tüm bu söylediklerim işin parasal boyutu. Para çok kolay kazanılacağı gibi çok kolay da kaybedilebilir. Emeklilikte parasal olarak rahat etme konusu, içinde bulunduğumuz koşullar ve ve biraz da alacağımız yatırım kararlarıyla ilgili. Ama asıl mutluluğumuzun garantisi sanırım şimdiden sağlığımıza, hobilerimize, dostlarımıza yapacağımız yatırımlarda.

Umarım hepimiz mutlu birer emekli oluruz.

Thursday, March 01, 2007

Bana Masaüstünü Söyle

Sana Kim Olduğunu Söyleyeyim

İşte benim masaüstümdeki duvar kağıdım.

Nasıl biri böyle bir duvar kağıdı seçer :)

Dahası burada.

Wednesday, February 28, 2007

Nerede Kalmıştık?

Önce kendime bir geleyeim, sonra da bloga gelirim dedim...

Ama olmadı...

Kendimi nerelerde aramadım ki, internetin sonsuz boşluklarında, başka başka blogerların beyaz cama yansıyan hayatlarında, mail-listelerinin karmaşasında, arama motorlarında, online banka şubelerinde, vergi dairelerinde.... Ama olmadı.

Sonra sokaklarda aradım. Zaman geçti sokaklarda, az da olsa kimi zaman kar kimi zaman yağmur yağdı. Ama kışlık lastikleri taktırmış olmaya değecek kadar yağmadı. Çukurlara girildi, tümseklerden aşıldı, trafikte tartışıldı. Hiç bir yerde yoktu aradığım. Çift katlı bir belediye otobüsü, daracık bir sokakta yanımdan geçmeye çalışırken sol aynamı parçaladı, elinde yerinden fırlamış bir parçayla adamla tartışan kimdi bilemedim. Teminallerde karşılama-uğurlama yaparken kalabalık içindeki yüzlere daldım. Ne çok hikayeleri vardı kimbilir, ama hiç biri aynı dilde yazılmamış...

Sonra içime sığmaz oldu, günümün en büyük bölümünü geçirdiğim yerde yaşananlar, yüzümden sivilceler çıktı. Aynaya baktım, yine kendimi göremedim.

Yıllar önce yazıp da yırttığım sayfalar geldi aklıma. Bir parçam oralarda kalmıştı sanki, yırtılmış, bin parçaya ayrılmış, şehir çöplüğünde çoktan eriyip yok olmuş.

Ne sokaklarda, ne kağıt parçalarında bulamayınca kendimi ve kendim de kendime sığmayınca sandalımı kıyıya bağladım. İzmir kıyılarında burnuma mis gibi deniz kokusu, rakı-balık kokusu, roka kokusu doldu. Ama bir zamanlar alkolden zevk alan o kişi de artık ben değildim.

Herkes durmadan başkalarına kıyıyordu, Kendime Kıyamam diyenler bile gün geldi kendilerine kıydılar. Sahneden indiğinde, arabasına atlayıp bir sigara yaktığında, bir elinde kahve bir elinde telefon, O'nu hemen yanımda trafikte seyrederken gördüğümde, belki de O'nun da kendi hikayesini ancak kendinin anlayacağı bir dilde yazdığını düşündüm.

Gece pek çokları için genç, benim içinse çoktan geç olmuştu artık. Yalnız sokaklarda, yalnız başıma araba kullanırken, ışıkları söneli çok olmuş pencerelerin ardında kimbilir kimler kendini bulmuş olmanın huzuruyla uyurken, kimlerini de, vicdan muhasebelerini bir türlü tutturamamış olmanın huzursuzluğuyla, uyku tutmuyordu. Ben hala arıyordum. Başımı yastığa koyar koymaz uykunun derinliklerine dalıyor ama rüyalarda arayışımı sürdürüyordum.

Sonra yine sabah, yine aynı sokaklar, yine tüm bir günümün en büyük bölümünü alan mekan, sonra akşam, yine aynı sokaklar....

Sanki büyük, çoook büyük bir şeyler olacakmış gibiydi, Al Gore amca bir takım gerçeklerden bahsetti, biz de 'bir şey olacakmış gibi' hissini çerçevelemiş olduk. Güllü'lerin köyüne bir helikopter düştü bi gün. Çocukken televizyonda çok izlemiştik Güllü'nün maceralarını. Sevdim sevmesine de sanki yine de bir şeyler kayıptı oyunda. Belki eksik parçamı bulurum diye gözlerimi kapadım güllü şarkısını söylerken. Ama olmadı...

Hele o çocukluğumun, sonrasında da genç kızlığımının o güzel hikayesi Çalıkuşu'na ne olmuştu da uçup gitmişti. Belki eskilerde kalmış bir parçamı bulurum dedim ama hikayeyi unutunca, eksik parçaları bulabilmenin kolay olmayadığını anladım. Sadece çocukluğumun salıncakta geçen o güzel anıları canlandı zihnimde. Ne kadar saf, ne kadar haylaz, ne kadar yara-bere dolu ama sağlam... Şimdi öyle mi? Salıncaktan düşüp dizlerimi kanatmıyorum belki ama, içimi kanatan yaralar da hiç kapanmıyor artık.

Aradığım ben oysa ki hiç uzaklarda değilmiş, hemen telefonumun ucunda, parmaklarımın üzerinde gezdiği klavyedeymiş. Birileri tarfından değer veriliyor olmakmış, uzaklardaki bir arkadaştan gelen paketmiş, keyifli bir sofrada atılan kahkahalar, püfff diye söndürülen mumlarmış. Tebdili mekanın verdiği ferahlıkmış oysa ki kendini bulmak. İltifat olmayan gerçeklermiş...

Tam da burasıymış kendimi aradığım yer.

Yeni yerime, yeni ben'e hoşgeldiniz.

Wednesday, December 27, 2006

Daha dün gibi :)

Yıldız'lı Blog'da ilk yeni yıl yazısı yazdığım gün daha dün gibiydi.

Yaşımıza yeni yaşlar eklendikçe yıllar daha da hızlı geçecek gibi.

Hani derler ya, 'yeni yıla nasıl girersek tüm yıl da öyle geçer' diye, bu yıl, bayramla birlikte yeni bir yıla başlayacağız. Demek ki önümüzdeki yıl bize her gün bayram olacak. Umarım hepimiz mutluluktan deli oluruz.

Hızlı geçmesine rağmen, bu yılın takvim yapraklarına benim için pek çok önemli gelişme not edildi. Genelde iş yaşamımla ilgili hayli sıkıntı yaşadım, buna bağlı sağlık problemleri de yanında geldi. Ancak, dünya üzerinde milyonlarca kişinin, nasıl olursa olsun bir iş sahibi olabilmeyi istediklerini bildiğimden, bu zorluklarla birlikte yaşamaya gayret ettim. Hayatımın başka alanlarında keyif alabilecek alanlar yaratmaya çalıştım.

Ocak ayının başında kardeşim nişanlandı.

Ocak sonunda Boran'ın 4. doğum gününü kutladık.

Yine aynı ayın sonunda Kurban bayramı yaptık. Hala ibadetin amacını kavramamış insanlar sevap işliyoruz zannettiler.

Ocak ayının son haftasında sıkı bir kar yağışı oldu ankara'da, bana hazırlıkta okuduğum eski günleri hatırlatan.

Şubat ayı benim ayım oldu 3'te 3 oldum. Bir sürü dilek diledim. Mecazen Çin'e bile giderim dedim. Ben şaka yapmıştım ama Çin'e gitme fırsatı Ekim ayı sonunda kapımı çaldı. Ama ben tercihimi Tunus'tan yana kullandım.

Şubat ayı çabucak bitti, zaten kendisi güdük bir aydır.

Mart başında 3 Ankaralı ve ODTÜ'lü Blogger buluştu. Dilayra ile aynı bölümden mezunuz. Bu buluşmada, Zynep gibi çok şeker, çocuk kadar temiz kalpli bir arkadaş tanımış oldum.

Erkan Oğur harika bir konser verdi MEB Şura'da. Türkülerimizi ne güzel seslendirdi, hep beraber söyledik, ağladık.

Mart ayında iş ile ilgili bir Viyana seyahatim oldu. Toplantılar bitince, yıllık iznimden 10 günü, Viyana'yı arşınlayarak geçirdim. Seyahatin başlangıç aşaması problemli olsa da ardından gelen fırsat mükemmel oldu.

2004 yılının Ağustos’unda Viyana'da geçirilen 2 günün damağımda bıraktığı tad, yavaş yavaş, sindire sindire, adım adım, yeniden yeniden yaşandı. Blog dünyasının armağan ettiği yeni bir arkadaşın tavsiyeleri izlendi Viyana sokaklarında . Sanki çook uzun süredir bu şehirdeymişim gibi bağlandım buralara. Kaldığım günler boyunca bana hep güneşli yüzünü gösteren Viyana, ben uçağa bindiğimde ağlıyordu benimle birlikte.

Mart sonuyla birlikte Ankara'ya bahar geldi. İş yerimin yakınındaki sokaklarda, Anıtkabir'de pırıl pırıl, bol çiçekli-böcekli fotoğraflar çektim.

Nisan başında ilk defa Burhan Öçal'ı canlı izleme fırsatı buldum. Bayıldım bayıldım.

Bu ay itibari ile hala içinde Viyana özlemi devam ediyordu. Bloguma pek çok Viyana yazısı yazdım ama sonunu getiremedim. "Bir başka yazıda anlatırım geri kalanları" dedim ama olmadı. Şahsi tarihimde yaşananları karanlığa gömeyeyim, buraya not düşeyim diye hep söz verdim, ama çoğunu tut-a-madım.

İyiden iyiye her yer bahara büründü. Eski apartman önlerindeki 5-6 metre karelik en bakımsız bahçeler bile en güzel renkleriyle, yaban çiçekleriyle objektifime poz verdiler.

Bahar ayında binlerce lalesiyle buluşan İstanbul benimle de Nisan ayının sonunda buluştu. Biraz iş, ardından da arkadaşlarla geçirilen harika bir hafta sonu ilaç gibi geldi. Ama bahar alerjim de arttı. İstanbullu arkadaşlarla -ki bu zatlardan biri eski bir Ankaralıdır- kule dibinde bir İspanyol hanımın işlettiği harika bir restoranda süpper bir gece geçirildi.

Belkide Nisan'ın en güzel lale devrini Sultanahmet'te yaşadık.

Nisan'ın son günleri, bahar alerjili ve yüksek ateşli olarak, bölümden en sevgili hocamızın ricası üzerine, öğrencilerle sohbet toplantısında noktalandı. İnanılmaz bir deneyim oldu.

Mayıs ayı, Nisan ayının miras bıraktığı allerji ile savaşarak başladı. Düşman sürekli kostüm değiştirdiğinden, sürekli farklı silahlar kuşanmak zorunda kaldım. Pek çook ilaç yuttum.

Cimbom Şampiyon oldu.

Madem bu alerji geçmeyecek, en iyisi Kuzey Ege'ye uzanmak dedim kendime. Dağlardan denizlere uzanan bu güzel coğrafya aşık etti kendini bana. Buralardan taş bir evim oslun diye dilekler tuttum. Kaz dağlarının berrak yeşil şelaleleri, çiçek açmış zeytin ağaçları, Çanakkale'de şehitlerimizin kanlarıyla sulanmış topraklarda boy vermiş gelincikleri, Behramkale'nin manzarası, Bozcaada'nın güzel evleri, sokakları... unutulmayacak anılar kazındı hatıralarıma.

Bu geziyi de uzun uzun anlatmama rağmen son etabını aktar-a-madım bloguma. Ama Figen'e verdiğim sözü unutmadım.

Zeytin çiçekleri iyiden iyiye azdırdı alerjimi, baş bölgemdeki tüm boşluklar iltihapla doldu.

Bahar bitti ama benim bu çok sevdiğim mevsime olan alerjim bitmek bilmedi.

Haziran, bir kez daha yılların ne kadar hızlı geçtiğini göstermek istercesine, boynumuza madalya taktı. Mezun olalı 10 yıl olmuştu…

Tatili erteleyecek kadar ateşim yükselince, artık bu alerji çok oldu demenin vakti geldi. 20 Haziran günü Bodrum-Datça arasını feribotla geçerken ilacımı bulmuştum. Ege'nin şifalı suları. Ege'nin serin sularının koynunda hemencik iyileştim.

Çook sevgili dostlarla geçirilen harika bir tatilin ardından, sağlıklı ve bronz bir şekilde Haziran'ı noktaladım.

Temmuz ayında bana sevdanın yolları gözükmese de Londra yolları gözüktü. Seyahat, iş amaçlı oluca kendimi pek fazla başıboş bir biçimde sokaklara salamadım ama 30 derecelik güneşli Londra günleri kısmet oldu bana.

Kardeşin düğün hazırlıkları iyiden iyiye yoğunlaştı.

Temmuz ayında her haftasonu çeyiz alışverişinde geçti. Diğer zamanlar ise gelinlik provası, saç-baş-el-ayak bakımlarıyla geçti. Belki biraz da bana bulaşır diye umut edildi.

Düğün hazırlıklarıyla nasıl geçtiğini anlamadık Temmuz'un, Ağustos geliverdi.

Ağustos'un orta yerinde tek kız kardeşimi gelin ettik. Bir sürü karmaşık duygu yaşadım.

Apatmanımızın kısmeti açıldı. 3 hafta üstüste evlenenler oldu. Bizim kızımız gitti, ama bir gelin ve bir de damat geldi apartmanımıza. 20 yıldır aynı apartmanda oturunca koca bir aile olduk.

Yaz mevsimi bol hareketli bir biçimde bitti.

Artık Eylül, hazan mevsimi başladı. Benim en sevdiğim mevsim...

Burnumuzun dibinde olmasına rağmen, ilk defa Beypazarı'na gittim, burayı da çok sevdim. Yerel yönetimin başarısını tebrik etmek lazım. Çok güzel bir dönüşüm yaşandı Beypazarı'nda. Tesadüf bu ya, Beypazarı'nda çalışan 2 yeni blogger ile tanıştım.

Eylül ayının son gününü, Hisar'da yapılan harika bir kahvaltıyla İstanbul'da noktaladım. Bu noktayı koymadan bir gün önce Sevgili blog arkadaşım Figen ile tanıştım. Ankara'ya dönüş yolculuğunu yine blog dünyasının bana hediye ettiği, Figen'in de çocukluk arkadaşı olan Mine ile yaptık. Yol nasıl çabuk bitti şaşırdık.

2 yıldır yatağa bağımlı halde yaşamak zorunda kalan anneannem, bizim yanımıza yerleşti.

Eylül ayı giderken blog dünyasından pek çok güzel insan armağan etti bana.

Ekim ayı iş açısından yoğun başladı. Büyüüük kurul toplandı. Hepimiz her şey daha iyiye doğru gitsin istedik.

Bu fırsattan istifade İzmir'den sevgili arkadaşlarımız geldi. Hatta İzmir'den yeni bir arkadaşımız daha oldu.

Sevgili Demet'in Deniz'i geldi dünyaya. Hoşgeldi...

Ekim ayını çabuk bitirmeyelim dedik. Bayramı fırsat bilip Tunus'a gittik, ne iyi ettik.

Tunus'ta günler çok güzel geçti, sanki uzun zamandır oradaymışız gibi hissettik. Hep güneşle birlikte uyandık.

Artık Kasım geldi. İş ile ilgili 4 yıldır beklediğimiz misafirlerimizi ağırladık İstanbul'da. Kah yağmurlu kah pırıl pırıl kucakladı bizi İstanbul. Misafirler memnun olunca, biz daha da memnun olduk.

Resmi ama çok zevli bir sürü etkinliğe katıldım, Kızkulesi'nden Çırağan'a kadar uzanan.

Olan da burda oldu zaten. Boğazıma kılçık saplandı. Haftasonunu İstanbul'da geçirmek yerine Ankara'ya dönüp, küçük! bir operasyon ile hain kılçıktan kurtuldum.

Kasım ayını bitirirken çok önemli Yoga okullarından birinden gelen bir hocadan ders alma imkanı buldum. İleride yoga eğitmenliğime katkısı olacak bu kursun devamı önümüzdeki yıl da devam edecek. Yoga alanında öğrenilecek bunca şeyin olması inanılmaz.

Aralık ayına, "yıl ne kadar da çabuk bitti" diyerek başladık.

Yıl sonu yemekleri, yeni yıl kutlamaları kah keyifli kah sıkıcı! devam ediyor. Ama uzun süredir buluşma fırsatı bulamadığım arkadaşlarımla bir araya gelmeye araç olduğu için bu etkinlikler, olumsuzlukları unutmaya çalışıyorum.

2006'ya ait kötü şeyleri hatırlamayalım istiyorum, ama olmayacak gibi.

Önümüzdeki yıl daha iyi bir zaman yöneticisi olmak lazım.

İşte böyle, bir kalemde bitivermek üzere 2006.

Bu yıl vücudum Matrix ile tanıştı. İyi ki de tanıştı, yeniden doğmuş gibi oldum, bir de üstüne üstlük şeker gibi bir arkadaşım oldu. Ortak noktamız yoga olmasına rağmen bizi Martix bir araya getirdi.

Ben çook üzüldüğümde hemen cildim tepki verir. Pul pul olur, kızarır... tatile çıkmadan da düzelmez. Tatil de her zaman mümkün olmaz. Cildime daha fazla özen göstermem gerektiğini bildiğim halde bunu yapmayı uzun süredir erteliyordum. Şimdi cildimi uzman ürünlere ve ellere teslim ettim. Olumlu sonuçlar şimdiden alınmaya başlandı. 2007'de de devam edecek bu bakım konusu.

Bu yılı bitirmeden kendime güzel bir kırmızı deri ceket aldım, daha kullanma fırsatım olmadı ama Cuma'yı bekliyorum.

Bu yılın en büyük olaylarından biri de Time dergisinin yılın insanı olarak "bloggerlar olarak" hepimizi seçmiş olması. Ne güzel değil mi? Şahsi tarihimiz için bu sayıyı kaçırmayalım alalım, ilerde torunlara gösteririz, "bak ben 2006 yılının kişisi olarak seçilmiştim" deriz.

Madem yeni yıla bayramla giriyoruz, her günümüz bayram olsun 2007'de...

Monday, November 20, 2006

Kılçık Meselesi

Hep olmadık şeyler beni bulur…

Mesela, pek çok doktorun bile hayret ettiği bir kolestrol değerim var, normal alt sınırın %50 daha altında. Bu duruma, henüz anlamlı bir açıklama getirebilen birine rastlamadım, genelde “ne istiyorsun işte, herkes yüksekten şikayetçi” deniliyor.

Son İstanbul maceramda pek çok resmi yemeğe katıldım. Bunlardan birinde İstanbul’un oldukça iyi bilinen bir restaurantında, daha yemeğin başlangıcında gelen füme balık tabağında –ki bu tür bir tabakta balıklarda kılçığa rastlanmazmış- birden boğazıma bir şeyler saplandığını hissettim. Tüm yutma gayretlerim -daha sonra doktordan öğrendiğime göre- durumun daha vahim olmasına neden oldu. Ekmek yuttum, sanırım o gün yemekte en çok ekmek yiyen ben oldum :), bir sürü sıvı tükettim, löp löp brokoli yuttum, bunlar kar etmeyince tuvalet koşup malum şeyi yaptım :( olmadı… Masada hemen yanımda oturan Arjantinli konuk, durumun ciddiyetini bildiği için mutlaka sabah bir doktora görünmemi tavsiye etti.

Sabah uyandığımda, boğazımı fena hissetmiyordum ama kahvaltıya oturup bir şeyler yiyince tekrardan şiddetli batma hissettim. En yakın hastaneye gittik hemen, acile mi gidelim yoksa polikliniğe mi derken, randevumuz olmadığı halde bizi hızlı bir şekilde polikliniğe aldılar. Bence hasta kabul bölümünde konunun ciddiyetinin anlaşılması çok önemli. Mesela, başka bir durum için burada bir hastanenin randevu merkezini arıyorum, durumunun önemini bir türlü kavrayamıyor karşıma çıkan ve bana neredeyse 1 hafta sonrasına randevu vermeye çalışabiliyor.

Kısa bir beklemenin ardından doktor beni muayene etmeye başladı. Normal muayene yöntemiyle boğazımda bir şey göremeyince burundan endoskopi yapmaya karar verdi. Pranayı doğru kullanmanın yararının çok gördüm bu işlemler sırasında. Kılçığı almaya çalışan doktorum operatör olmasına rağmen tek başına sorunu çözemeyince, yaşı itibariyle daha tecrübeli olan bir doktorla birlikte müdahale yapmak üzere öğleden sonra tekrar bana randevu verdi. Tekrar hastaneye gittiğimizde, yine uzun bir mücadele yaşadım. Bir insana nasıl işkence yapılır derseniz, “bir yandan dilini dışarı doğru çekin, diğer yandan burnundan içeri bir hortum sallayın ve bu arada boğazından içeri sivri bir cisim sokun” derim. Uzun uğraşlara rağmen sonuç alınamayınca, ameliyathanenin yolu gözüktü ama ben olmaması için ısrar edince, operasyonu perşembeye öteledik. Şimdi anlıyorum ki yiğitlik yapmanın hiç alemi yokmuş.

Perşembe öğleden sonra, doktorla randevuma sadık kalmayıp, aldım kılçığımı Ankara’ya döndüm. Cuma günü hala yiğitlik pozlarındaydım ve doktora görünmeye pek niyetli değildim. Bir arkadaşımın beni biraz korkutması üzerine KBB’den randevumu aldım. Yıllardır benim bahar alerjimle ilgilenen doktorum Levent bey ile 16:00 civarında buluştuk. Ona olayın geçmişini anlattım. Bu kadar dayandığıma şaşırdı. Ateşimin hala çıkmamış olması iyi bir işaretmiş. Normal muayene ile göremeyince kılçığı, boğazdan endoskopi yapmaya karar verdi. Kusma refleksini önlemek için önce boğazımı uyuşturdu. Biraz sonra yutkunamamaya ve boğazımın şiştiğini hissetmeye başladım, korktum ama normalmiş böyle olması. Sonra endoskopinin bağlı olduğu ekrandan dil köküme yerleşmiş olan kılçığı gördük. Tek başına hem endoskopiyi tutup, hem dilimi dışarı doğru çekip hem de uzun cımbız gibi bir makasla kılçığı yakalaması mümkün olmadığından (sonunda adam bir ahtopaot değil) başka bir doktoru yardıma çağırdı. İkisi bir arada yaklaşık 45 dk. uğraştılar, sonuç alamayınca yine bana ameliyathane yolları görünmüştü ki, benim “peki sonra arabama atlayıp gidebilir miyim?” soruma “hayır bu geceyi burada geçireceksiniz, operasyonu daha fazla erteleyemeyiz” cevabı, zaten bedenen sarsılmış beni, bir kez de psikolojik olarak sarstı. Üstüne üstlük yalnızdım, kimseye haber vermemiştim, aptalca yiğitlik yapıyordum. Tüm bunlar devam ederken, artık boğazımdaki uyuşukluk da geçtiğinden, işlemleri iyiden iyiye hisseder olmuştum. Ameliyathane kararına rağmen, doktorum son bir hamle yaptı veee kılçık çıktı, şükürler olsun.

Bazen bu kadar da canı pek olmamak lazımmış diyorum, bu olay bana bunu öğretti. Hele bir de doktorumun, operasyon tamamlandıktan sonra, bu kadar beklemem nedeniyle ve işlemin yapılmaması halinde başıma gelmesi muhtemel durumları anlatması iyiden iyiye aklımı başıma getirdi. Boğazımdaki tahrişin dışında hala moralim çok bozuk, öncelikle kendimi ciddiye almadığım ve belki de bu yüzden çevremdeki “bazı” kişilerin anlamsız tepkilerine maruz kaldığım için.

Ne “kılçık” olaymış yaaa…

Friday, November 17, 2006

İSTANBUL'DA 9 GÜN

Yarısının yabancı olduğu yaklaşık 5.000 kişiyi ağırladığımız kongreden çok şükür anlımızın akıyla çıktık.. Arkadaşlarla birlikte olmak en azından daha fazla keyif almamızı sağladı.

8 Kasım günü öğlen civarı yola çıktık İstanbul'a doğru, otele ancak 20:30'da giriş yapabilince o akşamki toplantıyı kaçırdım (-fena mı oldu? -bilmem). Ertesi gün sadece katılacağım bir akşam yemeği vardı. Fırsat bu fırsat diyerek, İstiklal civarında sanırım ismi zencefil olan bir vejeteryen restaurantta, çook sevdiğim arkadaşım Ersin'le güzel bir yemek yedik. Akşam için hazırlanıp karaköy iskelesinden bizi Kız Kulesine götürecek Gümüş Damla isimli tekneye doğru yola çıktım. Teknede yerimi aldıktan biraz sonra, çalışmakta olduğum kurumun temsil ettiği meslek camiasının dünyadaki en üst düzeydeki temsilcileri ile bir aradaydık. Kokteyl eşliğinde kısa bir boğaz gezi sonrasında 100 kişilik grubumuzla Kız Kulesi'ne vardık. Oldukça büyülü bir atmosfer ve mükemmel bir organizasyonla karşılandık. Bu kongrenin dört yıldır hazırlığını yapan ve dünyanın her yerinden gelen binlerce kişiye kusursuz bir hizmet vererek, bizim bu kongreden yüzümüzün akıyla çıkmamızı sağlayan Visitur oldu.

Kız Kulesi yemeğinin ardından teknemize geçmeden önce konuklara bu etkinliğin anısına hediye edilen özenle hazırlanmış kadife keseler içindeki nazar boncukları ve içinde bulunan açıklama notu, tüm diğer detayların yanında oldukça zarif bir tavırdı.

Perşembe gecesini böyle tamamladıktan sonra ertesi gün sabah 09.00'da başlayan ve 18:00'de biten bir toplantıya katıldım. Bu toplantının yemeği ise Kuruçeşme Divan'da oldu. Yine aynı özenle hazırlanmış bir gece geçirdik. İlerleyen saatlerde Arjantin temsilcisi ve eşinin yaptığı tango gösterisi ayrı bir güzellik kattı gecemize.

Cumartesi günü biraz geç uyanayım, yatak keyfi yapayım dedim ama horoz genlerim buna pek müsade etmedi. Öğle civarında İngiltere'den gelen meslektaşımla ortaklaşa gerçekleştireceğimiz kokteyl ve akşam yemeği konularını gözden geçireceğimiz bir gayri resmi toplantı yaptık, onun kaldığı otelde. Doğrusu bizim de bu otelde kalamıyor olmamıza oldukça hayıflandım. Geri kalan günüm boş olunca, ortaokul öğretmenimi ziyarete gittim. Aradan 20 yıl geçmişti, bir sürü anı paylaştık. Konukseverlikleri, hiç bir otelle ölçülemezdi elbetteki. Geceyi onlarda geçirdim ertesi gün yapılan geç ve harika bir kahvaltı ardından otele kadar yürüdüm (Cevahir-The Marmara yaklaşık 20 dk).

Pazar öğleden sonra ekibin geri klan kısmı Ankara'dan geldi. Lütfi Kırdar sergi sarayında onlarla buluşup, standı kurduk. Akşam yemeği allahtan, kaldığım otelin muhteşem bir boğaz manzarasına sahip olan çatısındaydı. Kongre konuşmacıları için düzenlenen bu VIP yemek de oldukça başarılı geçti, ama bu yemekteki bir füme balıktan boğazıma saplanan kılçık hala bana sıkıntı veriyor. Bu akşam yemeğini biraz yaralı atlattım. Yine kusursuz bir organizasyon ve yemeğin anısına verilen küçük el yapımı kaseler içindeki çikolata ile içindeki "diş kirası" geleneğine ilişkin not keyfimi dorukta tutmaya yetti.

Gece boyunca tüm uğraşlarıma rağmen kılçık çıkmayınca ve sabah kahvaltısında da problem devam edince Pazartesi sabahı doktora gitmek zorunda kaldım. Alman hastanesinin harika KBB doktoru Yusuf bey tüm uğraşlarına ve endoskopik muayeneye rağmen, dil köküme saplanmış olduğunu tespit ettiği kılçığı çıkaramayınca, öğlen sonrası başka bir doktorla birlikte bakacağını söyledi. Öğleden sonra tekrar gittiğimizde tüm uğraşılara ve benim çok uyumlu bir hasta olmama (ben doktorun yalancısıyım) rağmen kılçık yine çıkmadı. Tek yolun kısa bir anestezi ile küçük bir operasyon olduğunu söyleyince doktorlar, "Ama olmaz ki, bugün açılış töreni var, katılmam gereken oturumlar akşam yemekleri, gala programı var" diyerek tepki vermişim. Gerçi baştan beri benim yaklaşımım, bu durumun kendi kendine geçmesi yönündeydi ama doktor "enfeksiyon riski nedeniyle alınması gerekiyor" diyince biraz korktum. Sonrasında, eğer çok sıkıntım olursa hemen yarın, değilse işlerimin bittiği perşembe günü görüşmek üzere doktorumla sözleştik. Doktordan çıkıp, kongremizin açılış törenine yetiştik. Açılış konuşmaları sonrasında sahne alan Anadolu Ateşi'nin gösterisi mükemmeldi. Açılış konuşmalarını, dikkatle izleyen yüzlerdeki ciddi ifade, gösteri başladığında ağızları kulaklarına varmış insan ifadelerine dönüştü. Tören bittiğinde özellikle yabancı konuklarımızın memnuniyetlerini dile getirmeleri ve tebrikleri bir kez daha mutluluğumu artırdı. Bu akşam resmi bir yemek yok. Üzerimizdeki takım elbiselerden ve topuklu ayakkabılardan kurtulup, arkadaşlarla birlikte biraz sohbet edebilmek için İstiklal'de bir yerlerde oturduk. Ertesi güne hazırlanmak için çok geç olmadan, daha gece gençken, bu geceyi de noktaladık.

Evet artık Salı oldu. Sabah erkenden kongre alanındayız, bugün benim için yine uzun olacak. Gün boyunca ayağımda kalacak olan topuklu ayakkabılar şık ama çok ızdırap veriyor. Öğlen, pırıl pırıl bir gökyüzü ve muhteşem boğaz manzarası eşliğinde Hilton'un çatı katındaki restauranttaydık (Hani şu Arzu hanımın tercih etmediği). Ayaklarım biraz olsun dinlendi bu arada. Sonra tekrar kongere. Toplantılar sonrası akşam 18:00 civarında Hilton'daki kokteylin ardından, çok güzel bir mekan olan Feriye'de yemeğe gitti. Aktık mesleğin en tanınmış 100 kişisi ile oldukça haşır neşirim. İş hayatım ne kadar da sıkıntılı gidiyor olsa da böylesi özel insanlarla tanışma fırsatı elde ediyor olmak, self-motivasyonun için çok yararlı. Tüm yemek boyunca masanın altında ayakkabılarımı çıkararak oturdum. Ama ayrılma vakti geldiğinde ayaklarımın üzerinde duracak halim kalmamıştı. Odama çıktığımda, uzun uzun şok duşlar ve masajla ayaklarımı dinlendirmeye çalıştım. Kongre sırasında ayağımın üzerine düşÜRÜLen paket nedeniyle de biraz yaralıydım zaten. Ertesi sabah ayağıma rahat çizmelerimi geçirdim, zira akşam Çırağan'da yapılacak Gala'ya kadar biraz dinlendirmeliydim ayaklarımı.

Çarşamba günü de tam bir koşturmacayla geçti, iyi ki ayaklarımda rahat papuçlarım vardı. Akşam otele gidip kısa! bir hazırlığın (-hangi kadın bir gala yemeğine kısa sürede hazırlanabilir? -Ben, yaklaşık 30 dk.) ardından, tüm ekip yola çıktık. Muhteşem bir atmosfer, özellikle de Afrika'dan gelen delegasyonun kıyafetleri çok etkileyiciydi. Sarayın her bir köşesinde ayrı bir etkinlik vardı. Kahve içilip fal bakılan köşe, nargile odası, saray hamamı, padişah ve cariye kostümlü görevlilerin olduğu oda, tüm gürültü arasında Ney'ini büyük bir huşu içinde çalan genç hanımın olduğu oda veeee büyük sahnenin olduğu büyük salon. Buradaki canlı müzik oldukça başarılıydı. Bir süre sonra ayaklarımızn ağrısını unutup Arzu, Demet ve Ben kendimiz pistte attık. Aslında ayak ağrısana en iyi gelen şey dans edemek :) insan ayaklarının ağrısını unutuveriyor valla. "Artık çok yorgunuz gidelim" dedikten sonra yakşaşık 2 saat daha geçirdik Çırağan'da. Odaya vardığımda kendimi çabucak yatmaya hazırladım ve daha başım yastığa değmeden uyudum. Ama gece 3'te uyanıp ayaklarımı yine soğuk suya sokma ihtiyacı duydum :(((

İşte perşembe..... Herşey ne kadar da hızlı geçti. Bu kongreye hazırlanmaya başladığımız dört yıl öncesini düşünüyorum da gözlerimin önünden acı tatlı ne çok şey geçiyor ve işte sonundayız artık herşeyin, çok şükür herşey yolunda gitti. Kapanış töreni yapılırken, ister istemez bir hüzün kaplıyor içimi, etrafımda 102 ülkeden insan var, fonda "We are the world, we are the children" çalıyor, dokunsalar ağlayacağım. Hemen kirpiklerimin ucunda zaptetmeye çalıştığım tuzlu sular, burnumu sızlatıyor. Hüzün de var gurur da (sen anladın di mi Arzu?). Günlerdir birlikte olduğum yabancı konuklarımızla bir kez daha vedalaşıyorum, güzel sözler bir kez daha gururumu okşuyor...

Bu kongrenin bir sonraki durağına, 2010 yılında Kuala Lumpur'da ulaşılacak. Kim bilir o gün geldiğinde, dünyanın o uzak köşesinde, benim gibi biri daha duygularını bir yerlere yazıyor olacak...

Not: Kılçık artık batmıyor, ama boğazımdan bir türlü geçmeyen bir lokma varmış gibi hissediyorum. Perşembe günü, kapanıştan sonra apar topar Ankara'ya dönmeye karar verince doktor randevuma gidemedim. Bu akşam bir de burada doktora görüneceğim.

Tuesday, October 17, 2006

Hiç Keyfim Yok Uzun Zamandır

İyiyim dersem anla yalandır....

Buraya kadar lafın (aslında şarkının) gelişi, ama gerçekten bu aralar sanal alemden biraz uzak kalmak istedim.

Hani biz kadınlar canımız bir şeylere sıkılınca saçımızı değiştiririz ya ben de bu aralar blogun şeklini değiştirip duruyorum, elimde kalacak diye de korkuyorum. Sanırım yorum bırakma butonunu kaybettim :(

Bakalım herşey düzelecek inşallah.

Herşey güzel olcak
Olacak
Lay lay loom
....

Bana şimdi bir hava değişimi lazım. En iyisi bi Tunus'a gideyim geleyim bari :)

Bi lodos lazım şimdi bana
Bi kürek bi kayık
Zulada üç beş şişe yakut
Yer gök kırmızı
......

İşte son zamanlardaki durum biraz böyle. Vadi-tepe grafiğinde vadilerde geziyorum. Hoş ben gezme tozma olaylarında hep tepelerde gezerim ama yine de ülke değiştirmek iyi gelecek.

Friday, September 08, 2006

MARKABA

...

Geçtiğimiz iki akşam boyunca katıldığım "bir" seminerden, pek çok hoş deneyimle birlikte aklımda kalan bir söz:

"Karanlığa doğru bir kapı açtığınızda, karanlık içeri girmez ama aydınlık karanlığa doğru yayılır"

...

Monday, August 21, 2006

Bir Muayene Hikayesi

Arabacığım geçtiğimiz günlerde 3. yaşını doldurduğundan, trafik kanunlarına göre muayeneden geçmesi gerekiyordu. Eski arabamdan tecrübeli olduğum için kendimi ağustos sıcağının altında metrelerce kuyrukta beklemeye hazırlamıştım....

Ama yaşayacaklarımın öncesinde başka bir sürprizi internet üzerinden motorlu taşıtlar vergi dairesinden öğrendim. Efendim arabamın tescil tarihi 12 aguğtos, ancak ben arabamı bir gün sonra satıcıdan teslim almıştım. O gün yani arabanın km. sayacı daha 1'i bile göstermezken plakama ceza kesilmiş. Ortada tutanak yok, tebligat yok... Ve ben bunu aylaaaar sonra internet üzerinden öğreniyorum hem de ceza 3 ile çarpılmış ve 395 ytl olmuş. Ne yapmışım da bu kadar yüksek bir ceza yemişim anlayamadım. Tabii aylar sürecek dava işlemlerini göze alamadığımdan, zaten ceza da 3'e katlamış olduğundan ve arabanın muayenesine kadar bana sorun çıkarmayacağından ötürü cezayı da ödememiştim.

Hazır düğün telaşları için 4 gün izine ayrılmışken (gelecek postun konusu), iznimin ilk gününde arabayla ilgili işlerimi halledeyim dedim ve 9 ağustos günü sabah erkenden kalkıp bankaya cezamı ödedim. Temmuz ayındaki MTV ikinci taksidim hala internet vergi dairesinde kayıtlarda gözükmediği için yanıma makbuzumu aldım. Emin görevli bana "borcunuz var" diyecekti ve ben de "işte makbuzlarım" diyecektim. Bu kadar basit olacağını düşünerek hata yapmışım....

Ankara'nın her tarafı şantiye olduğundan ve benim önceki arabamı muayene ettirdiğim istasyon başka bir yere taşındığından, önce harita üzerinde güzergah tespitleri yapıldı. Yanımda trafik cezamın ödendiğine dair makbuzum (395 YTL), MTV ikinci taksit makbuzum, bagajımda trafik kitim, reflektörüm, yangın tüpüm, hamağım, koltuğum, kilimim... vs ile birlikte düştüm yollara. Biraz yolu uzatarak (kapalı olduğunu düşündüğüm en kısa yol açıkmış oysa ki) ulaştım istasyona ve girdim sıraya. Kuyruğun ne kadar uzun olduğunu kestirmek mümkün değil, saat daha 10 bile olmamış ama hava inanılmaz sıcak, sucu çocuklar araçlar arasında geziniyor, kuyrukta tek bir kadın sürücüye rastlamıyorum, araba sıcaktan ve dur-kalk'tan bitap, ben bitap... Ama bir muzice benim beklediğim kuyruk birden muayenenin olduğu noktaya erişiyor. Solda "Lütfen farlarınızı yakınız" diye bir tabela, ben de yakıyorum farları ve görevliye camdan ruhsatımı uzatıyorum, ilgili yeri "muayene yapıldı" diye onaylıyor, soruyorum "bu aşamadan sonra daha işim çok mu?" diye, cevap "maliye sırasını bilemem bayan!!!" oluyor ('bayan' en kıl kaptığım hitap şekli). Benim derdim muayene için daha ne yapacağım oysa ki, ama zaten muayene bitmiş de benim haberim yok!!!! Sadece farlara bakılarak muayene bitiyor. Ne ala... Niyet nedir allah aşkına bundan, amaç sadece gelir elde etmekse ödeyelim paramızı, çekmeyelim eziyeti, ama daha doğrusu adam gibi yapılsın da bu istasyonlar, şu trafikteki altından üstünden farlarından ufo ışıldakları saçan araçlar, havalı kornar, borazan vari egzoslar...vs temizlensin.

Neyse... Macera burada bitmiyor tabi. Görevli ruhsatımı uzatırken 4 numara diyor. Gidip bir yerlere arabayı park edip vezneyi buluyorum. Karma karşık bir kuyruk ama bitmeyecek gibi gözükmüyor. Görevlilerin yönlendirmesiyle bir kuyruğa giriyorum, sıra geliyor, görevli ekrandan bilgilerime ulaşıyor ve benim de bildiğim "sistemde borcunuz gözüküyor" diyor, ben de "işte makbuzlarım" demeye kalmadan, baştaki kuyuruğa gireceksiniz diyor :(

Bir kere daha kuyruk... daha az insan var ama sıra daha yavaş işliyor :(( sonunda burada da sıra bana geliyor, makbuzlarımı uzatıyorum sisteme giriş yapsın diye, görevli uzun uzzzzzuuuuuun ekranda bişeyler yapıyor, suratından ters bişeyler olduğu belli ve dönüp "bu banka makbuzu basılırken yazıcı kaymış, seri numarasının son iki rakamı gözülmüyor" diyor :((( Eee napcaz şimdi, bankaya gidilip seri numarası öğrenilecek, banka üzerini kaşeliyecek, imzalanacak, çiçek böcekle süsleyecek :(((( Başka çözüm yok.... "Peki diğer makbuzu işleseniz, onunla ilgili de bir problem olmasın" diyorum, "Yok yok siz gidin gelin ikisini birden hallederim ben" diyor görevli. Bakıcaz....

Arabaya atlayıp Bahçeli'deki banka şubesine bir sürat (hiç yapmadığım halde hızla köprü üstüne çıkan viraja giriyorum ve savruluyorum, allahtan bişey olmuyor toparlıyorum) gidiyorum. Hava sıcak, sinir katsayım tavan yapmış. Allahtan şube kalabalık değil sıra geliyor. Gişe görevlisine durumu açıklıyorum biraz da serzenişte bulunuyorum, canımı sıkmamak için münakaşa etmiyorum. Yeni makbuzumu alıp tekrar aynı yolları tepiyorum, aynı memurun olduğu sıraya tekrar giriyorum, sıra bana geliyor, işte 6 haneli seri numaralarımın hepsi cillop gibi ortada buyrun... İşte yine aynı surat ifadesi, yine bişey oldu. Bu seferde diğer makbuzda sorun. Kardeşim 1 saat önce ben sana demedim mi diğer makbuzda sorun var mı diye, niye söylemedin, beni bu sıcakta uğraştırdın. Efendim trafik cezasını bugün yatırmışım ya o nedenle bugün gidip yarın gelecekmişim. Kendimi bir Levent Kırca paradosinin içine düşmüş gibi kabusta hissediyorum. Eeeeee napcaz şimdi??? Yüzümdeki yıkılmış ifade, adamın botoks yaptırmış da yüzü hep asık kamış gibi olan yüzünü biraz yumuşatıyor ve diyor ki "ben sorumluluğu üstüme alıyorum ve sizin işleminizi bugün yapıyorum". Ah ahh sorumluluğa bak, zaten para yatmış yahu... Başka bir görevli içerinden bişeyler yapıyor evraklarıma ve dışarı çıkıp bana evraklarımı veriyor, "diğer sıraya geçin, ben içerden hallettim, arkadaşlar işinizi yapacak" diyor.

Ben artık işim ucunu kaçırmış vaziyetteyim, kaçıncı keredir kuyruğa giriyorum bilmiyorum. Sıra daha bana gelmeden, yandaki vezne ismimi bağırıyor, gidiyorum "495 ytl" diyor.... Neeee??? kardeşim diğer görevli şövalyelik yapıp sorumluluğu aldıya. "O zaman 100 ytl" diyor... Niyeee 97 ytl değil mi bu muayane (sanki profesöre muayene oluyoruz) "Tamam işte 3 ytl para üstü verecem" diyor... Belki tıpkı sinirlerim gibi param da bozuk kardeşim, niye tam rakamı istemiyorsun....

Sırada 3 numaralı vezneye gidip soğuk damga vurdurma var. Ay bu adamlar niye yan yana oturmazlar, ne biçim bir planlama bu böyle. Karşı binadaki 3 numaralı veznenin önünde sadece bir kişi var :))))))))))) Sıra bende, soğuk mühür tamam ama ben bi türlü göremiyorum, artık gözlerim de kararmaya başladı. Memura işim bitince soruyorum "Burdan sonra gideceğim bir yer var mı? diye, "EVET" diyor (Neeeee???) ve ekliyor "İstediğiniz yere gidebilirsiniz".......

Allahım artık tepki falan veremiyorum...

Kendimi en yakındaki DEV alışveriş merkezine atıyorum. Ohhhh ferah ferah... Düğün için 20-25 elbise deniyorum ve güzel bir şeyler alıyorum, küpe ve kolye işini de aradan çıkarıyorum. Açlıktan ölüyorum ama yemeğe zaman yok, daha gelin hanımla buluşulacak. Kızılay'da, arabaya park bulunacak, park yerinden yürünecek bu sıcakta, kaşlar aldırılacak, alış-veriş yapılacak, bu arada 2 simit yenilecek, arabaya dönülecek, kuaföre gidilecek, düğün için saç provası yapılacak......... Eve dönülecek, yorgunluktan sızılacak..... Sabah erkenden şehir dışından gelecek misafirler karşılanacak.....

Tuesday, June 27, 2006

Mezun Olalı 10 Yıl Olmuş!


Geçen yıl mezunlar günü yazımın üzerinden hızla geçen zamanın ardından artık benim de 10. yıl madalyamı alma zamanım geldi. Umarım 20., 30. ve hatta 40. yıllarda da madalya almak kısmet olur. Okulumuzun kuruluşunun 50. yılı olması nedeniyle, yıl boyunca pek çok etkinlik vardı ve tabi ki bu özel yıl, 10 Haziran'da yapılan mezunlar gününün de ayrı bir atmosfere bürünmesine neden oldu. Öncelikle, yeniden stadyuma törenle girip, kürsüye çıkıp, madalyamızı en sevgili hocamızın elinden boynumuza takılması hayali gerçekleşemedi :( çünkü stadyum akşam için konsere haırlanıyordu :) Önce Levent Yüksel ardından Zuhal Olcay-Bülent Ortaçgil ikilisi sahne aldı ve son olarak da benim kuşağımın kızlarının çocukluk aşkı Erol Evgin sahneye çıktı. Çok eğlendik çoook. Hele bir de ayın gökyüzündeki renklerle dansı vardı ki görülmeye değerdi.

Ancakkkkk, yine sevgili bölümümüzdeki toplantımızda -ki 10 ve 20 yıl madalya törenleri bu yıl bölümlerde yapıldı- pek fazla mezun göremedik. İnanılır gibi değil ama sadece 10 yıl madalyasını alan 3 kişiydik. Eh böyle olunca biz de boynumuza madalyalardan beşibiryerde yaptık :))


Mezuniyetlerinin 30. ve 40. yıllarını kutlayan mezunlar için (bir de 1960 mezunları için) madalya töreni ise KKM'de yapıldı. İşte KKM'nin önündeki güzel kalabalık.


Umuyorum önümüzdeki zamanda mezun-bölüm dayanışmamız daha da kuvvetlenir.

Friday, April 28, 2006

Sıfırlar Ne İşe Yarar?

"Evin varsa bir sıfır koymalısın varlıklar hanene,
İşin varsa bir sıfır daha koymalısın,
İş seninse üç sıfır daha koymalısın,
İşin iyi gidiyorsa üç sıfır daha,
Araban varsa bir sıfır,
Yazlığın varsa bir sıfır daha,
Daha sıralanabilir sıfırlar hanesi...

Ancak, Sağlığın varsa bir koyarsın başına, bütün sıfırlar anlamlı bir değere ulaşır.
Yoksa sonuç sıfırdır, hiç uğraşmayasın boş yere..."


Vehbi Koç

Başka neler "0"lara değer kazandır? Dostlar, sevenler, sevilenler, farkındalıklar...

Çok sevdiğim bahar beni hasta etti yine. Allerjim kulak enfeksiyonuna dönüştü. Buna rağmen hayatımdaki varlıklarımın önüne koyabileceğim pek çok "1"im var, blog sahibi olmak gibi mesala :) Şükürler olsun...

Fotograf: 22 Nisan 2006 - Sultan Ahmet'te

Thursday, March 09, 2006

Elim Sende, Şarkılar Bende

Uykusuz Adam Dilayra'yı, Dilayra'da beni, Ben de Brumendi'yi sobeliyorum....

Ama bu sefer bu zincirin ilk halkasını tanıyoruz :) diğer saklambaç oyunlarında hep merak ediyorun, kimin başının altından çıkıyor bu ...... diye :))))

Evet işte ilk anda aklıma gelen 3 şarkı (Ayyyyyy araya telefon girdi ilk aklıma gelenler uçtu )
  1. U2 ----------------- One
  2. Gun'n Roses -------- November Rain
  3. Ella Fitzgerald ------ I Love Paris
  4. Jane Birkin --------- Baby Alone in Babylone (bu da sonradan geldi aklıma :))

Bonus olarak bazı film müzikleri: City of Angels, French Kiss, Queen Margot, Arizona Dream, Lion King .........................

Monday, March 06, 2006

Ankara'lı Bloglar Buluştuk

Evet o beklenen gün gelmek üzere...

Cuma Sabahı- Hem cuma akşamımın hem de haftasonumun ofiste geçme ihtimali belirdi :( Hep böyle olur, arkadaşlarımla paylaşacağım en özel anlara iş çelmesi takılır. Neyse bir dahaki toplantıya giderim, ama ilk toplantının heyacanını kaçırmak hiç de istemediğim bir şey.

Cuma akşamı- Dilara'ya bir sms mesajı çekiyorum "Yarın AND Kafe'de buluşuruz, ben de geliyorum :)" diye. Harika olacak. Dilayra, Zeynep ve ben Ankara'nın en özel mekanlarından birinde buluşacağız.

Cumartesi sabahı- Pırıl pırıl ama buz gibi bir Mart sabahına erkenden uyandım, hazırlandım ve ilk defa Kale'ye arabayla gideceğim için kendime bir rota belirledim. Arabanın dört tarafındaki buzları kazıdım ve koyuldum yola. O da ne? Meclis kavşağındaki altgeçiti, Kızılay-Ulus istikametine dönüşü, kapamışlar... Sıkışık sıkışık döndüm Atatürk Bulvarına, oradan dön Havuzlu Sokağa, sonra hemen dön Paris Caddesine, tekrar sol yap, 20 metrelik yolda iki kere kırmızı ışıkta bekle ve sonunda tekrar Atatürk Bulvarı'na çıkarak Ulusa doğru ilerle...... Epey bir kavşak geçtikten sonra Altındağ Belediyesinden yukarı çıkıp, Çengel Han tabelalarını izleyerek vardım Kale'nin önündeki meydana. Kolay da park yeri buldum. Ankara için ve cumartesi sabahı için epey maceralı bir yolculuk oldu doğrusu. Arabadan iner inmez iki küçük rehber eşliğinde kafeye kadar yürüdüm. Bir yandan da küçük rehberlerimden hem tarih hem de mahalle dedikodularını dinledim :) Kahvaltımızı yapacağımız kafeya buluşma vaktimizden 5 dk. önce gelip, ısınmak için bir çay söyledim kendime, bir yandan sabah temizliğini yapan görevliyle sohbet ettim bir yandan da heyecanla beklemeye başladım (genelde dakikliğimle tanınırım). Daha çayım bitmeden, geldi Zeynep ve Dilara. Aslında Dilara ile aynı bölümden 1 yıl arayla mezun olduğumuzdan ve blog dünyasına girdiğimden beri neredeyse hergün O'nu ziyaret ettiğimden, sanki çook eskiden tanıdığım biriyle buluşacakmış gibi hissediyordum. Ama Zeynep'i gerçekten merak ediyorum, çünkü bu bloglar buluşması nedeniyle daha bir hafta önce O'nu ziyaret etmiştim.

İşte buluşma anı- Hayatlarımız kaç kere kesişmişti, kaç kere aynı sokakta birlikte yürümüştük, kaç kere kampüste karşılaşmıştık kim bilir. Kim bilir kaç kere aynı vitrinin önünde durup aynı kıyafetlere bakmış, kim bilir kaç kere Pirinç Han'daki aynı takılara, bebeklere, şapkalara, plaklara, tablolara bakmıştık. Ama bizi buluşturan bloglarımız oldu, Sanalköyden çıkılan yolculuğa Kale'de bir mola verildi. Güzel bir kahvaltı, güzel bir sohbet, güzel ama hava nedeniyle kısa bir çevre gezisi ve güzel fotograflar çekimleri eşliğinde ilk buluşmamızı gerçekleştirdik. Tekrar ama bu sefer daha kalabalık olarak buluşmak üzere sözleşip ayrıldık.

Buluşmanın güzel fotograflarını Dilara ve Zeynep'in bloglarında görebilmeyi umuyorum. Maalesef ben o kadar çok fotoğraf çekemedim. Buraya sadece kafenin içinde çektiğim bir-iki fotografı ekliyorum.


Ankara'lı ve yolu Ankara'ya düşen bloggerları bir sonraki buluşmamıza bekleriz efendim. Detaylar ileri günlerde ilgil sayfalarda... Görüşmek üzere.

Thursday, March 02, 2006

EBELENME - SOBELENME

Sevgili Adil beni sobelemiş. İlk defa sanaldan sobeleniyorum :))

En son ne zaman gerçekten saklambaç oynamıştık da ebe olmuştum hatırlayamıyorum doğrusu. Bak heyecanlandım şimdi. Çocukken de çok heyecanlandırırdı bu oyun beni. Oyunun amacı ebe kalmamaya çalışmaktı çocukken. Ama şimdi bakıyorum da sanal oyunumuzda ebelenmek ya da sobelenmek aslında blogunuzun takip edildiği anlamına gelen bir ölçüt . Diğer yandan çok yazmayan ya da ne yazacağına bir türlü karar veremeyen blogerları sobelemek de onları oyuna dahil etmek için iyi bir fırsat aslında.

Hani her ebelenişte bir mızıkçı çıkar ya, yok ben daha önce elimi vurdum yok şöyle yok böyle diye.... İşte giriş yazısını uzattıkça kendimi 8-9 yaşında, ebe duvarına bir adım kalası sobelendiği için üzülen bir kız çocuğu gibi hissediyorum.

İşte geveze ebenin cevapları: Hayatımdaki 4'ler. Bakalım her seferinde dört dörtlük cevaplar bulabilecek miyim?

Yaptığım 4 iş:

  • 1996 yılının yazında -çiçeği burnunda bir sosyolog olarak- AB'nin fonladığı ve pek çok ülkeyi kapsayan bir projed'nin (AB'ye Göç) Türkiye ayağında bir kaç ay çalışmıştım. Bizim ekibe Aksaray bölgesi düşmüştü. Aksaray, yurtdışına en çok göç veren illerimizden biri. Orada kaldığımız haftalar boyunca o kadar çok köy ve kasaba dolaşmıştık ki pek çok Aksaraylıdan sanırım daha fazla biliyorum oraları.
  • 1997 yılında 9 ay boyunca bir sigorta şirketinde hayat ve sağlık sigortaları pazarladım. Gerçekten çok zor bir işti... İnsan ilişkilerinin ne kadar önemli olduğunu ve size nasıl yeni açlımlar sağladığını öğrendim.
  • 1997 sonundan 2001 ortalarına değin (tam da kriz patladığında işten ayrıldım) bir işçi sendikasında uzman olarak çalıştım. Dergi çıkarma işinden, seminer düzenlemeye, uluslararası ilişkilerden, araştırmaya kadar çok farklı konularla ilgilendim. Pek çok yeni insanla özellikle de konferans vermesi için davet ettiğimiz çok değerli hocalarla tanıştım bu dönemde. Pek çok acı-tatlı tecrübe de edindim bu arada. Sonrasında krizin de etkisi ile 8 ay işsiz kaldığım bir dönem geldi.
  • 2001'in son günlerinden beri de şimdiki iş yerimde, açık adı çooook uzun olan bir meslek kuruluşunda çalışıyorum. Çoğunlukla uluslararsı gelişmelerin izlendiği, bu konuda yayınlar çıkaran iki kişilik :) bir biriminde uzman olarak çalışıyorum

Defalarca izleyebileceğim 4 film:

  • NothingHill daha dün akşam bir Tv kanalı yine verdi. Bu sefer ağladım.
  • Tüm BABA filmleri
  • Derinlik Sarhoşluğu (Deep Blue)
  • Ve kesinlikle Melekler Şehri, müziklerine bayılıyorum

Yaşadığım 4 Şehir:

  • Artık herkes biliyor :) 2 yaşıma kadar Amasya - Kayabaşı
  • ilkokul birinci sınıfın sonuna kadar Konya - Cihanbeyli
  • Ortaokulu bitirene kadar Sivas - Divriği
  • Liseden bugüne Ankara - Çankaya

İzlediğin 4 TV programı: Aslında pek izle-ye-miyorum ama denk getirebildiğimde şunları:

  • CNBC-e'deki bazı çizgi filmler
  • Desperate Housewives
  • Hırsız-Polis (Erol Günaydın ve Uğur Yücel'in oyunculuklarına hayranım)
  • Belgesel kanalları :)

Tatil için gittiğim son 4 yer

  • Budapeşte
  • Viyana
  • Prag (bu 3'ünü peş peşe yapmıştık)
  • FAS (Marrakesh, Rabat, Meknes, Fez, Casablanca)

En sevdiğim 4 yiyecek (Eee şimdi bunu yazarken bile canım isteyecek ama :( zaten uzun süredir spor salonuna da uğramıyorum)

  • Annemin elinden çıkmış her türlü yemek. Haşlanmış yumurta bile
  • Tüm deniz ürünleri, hem de bayıla bayıla (sonunda fosfor zehirlenmesi geçiriyor olsam da)
  • Şöööle Antakya usulü kireçe yatırılmış kabak tatlısı
  • Her nevi OT (mümkünse yabani olanlar lütfen)

Her gün Ziyaret Ettiğin 4 Blog

Linklerini verdiğim bloglar ve onların link verdikleri ve onların linkleri... (dörtten fazla oldu ama)

Şimdi olmak istediğm 4 yer

  • Öncelikle şimdiye kadar olmadığım her yer beni çağırıyor
  • Sadece su, kuş, rüzgar sesinin olduğu, mis gibi doğa kokan, sahilde bir yerde bir hamağa uzanmış olmak
  • Tekrar Marrakesh
  • Tekrar Antakya

Eveeeet, saklandığım yerden çıktım, ok gibi fırladım ve SOBEEEEEEEEE.

Arzu ebeeee, ebe Arzuuuuu

Friday, February 24, 2006

33

MS. 1973 yılında Amasya'da doğmuşum. Merkeze yakın Kayabaşı diye bir ilçe de geçmiş yaşamımın ilk 2 yılı. Bu nedenle çocukluğuma dair Amasya'ya ait hiç bir anım yok maalesef. 2004 yılının bir Ağustos günü ilk defa Amasya'ya gidene kadar hep içimde özlem duyguları vardı. Ama o ilk kavuşma anında tarifsiz duygular yaşadım, hatta bu duyguları pek içimde tutamadığımdan, geziye katılan herkes bu heyecanımı paylaşmak durumunda kaldı.

Şimdiye kadar yurtiçinde gezdiğim şehirler arasında beni en çok etkileyenlerden biri oldu Amasya. Zaten içinden nehir geçen şehirleri hep sevmişimdir. Su, sanki şehri de besler içinden geçerken. Bir yandan ayırır, diğer yandan kavuşturur. Bir yandan alıp götütürken geçmişe ait ne varsa, bir yandan gelecek umutları yeşertir kıyılarında. Hayatın sürekliliğini anımsatır bize daima, hayatın içinden akıp gidiyoruzdur tıpkı Amasya'nın içinden Yeşilırmağın akıp gittiği gibi.

İnsan, yaşına yeni yaşlar eklendikçe daha bir duygusal oluyor sanırım.

Hayatımdaki diğer şehirleri başka bir posta saklıyorum. Çünkü her bir yeni post Hindistan Cevizleri'nin Top List'indeki yerimi belirliyor :)

Gelelim Doğumgünü çocuğu olarak isteklerime: Tozbezi'nin ikizleri kadar çok şey istemeyeceğim. Yani koca bir mutfak, içinde rontgen odasının bulunduğu bir muayenehane falan istemeyeceğim. Palyaço da istemem, bana hep hüzünlü gelirler çünkü. Sanki onca boyanın, süsün, rengin altında hep içerideki hüzünü bastırma çabası varmış gibi hissederim.

Yazmaz yazmaz, yazınca da elini klavyeden bir türlü çekemez biriyim sanırım.

Birinci dileğim: Hep yazayım, başka bir işim olmasın. Mümkünse Boğaz sırtlarında bir koru içinde mütevazi! bir evim olsun, şöööle manzaraya karşı yazayım. Bu ikinci isteğim tamamen birinci dileğimi desteklesin diye dilenmiştir, ilham kaynağı yaratmak için yani :)

Sonraaa; Kurbaa Kermit'le tanışayım. Benim kuşağımın artık kocaman olmuş çocukları hala Muppet Show'a bayılıyor. Sonraki kuşaklara biraz daha Susam Sokağı çocukları diyebiliriz. Ama son 10-15 yıl içindeki çocuklara yönelik programları takip etmek biraz özel uzmanlık istiyor. Bu konuda aslında bölümdeyken çok başarılı bir ödev hazırlamıştık.... Konuyu fazla dağıtmayayım. Kendime not: Bu ödevin VHS kaseti hala evde duruyor, bir ara CD'ye ya da benzer bir şeye aktarayım da ödevi beraber yaptığım sevgili arkadaşlarıma (Benian, Elvan, Simten -alfabetik sıra ile-) hediye edeyim.

Bideee; Sihirli bir değnek istiyorum, hani şu barbi setleriyle falan satılanlardan. Bazı şeylere, kişilere doğru bir sallayayım sihirli sopamı hoop değişiversinler. Ha baktım ki ne kadar vursam da değişmiyor durum, o zaman kendime vurayım bu değnekle de uğraşmaktan vazgeçeyim, kabulleneyim, oluruna bırakayım. Kendi kendimi yemekten vazgeçirsin bu sihirli değnek beni. İşte tam kelin merhemi olsa durumu bu. Ama bu sefer kendi başıma da sürüyorum :)

Başka başka..., Antropoloji derslerinde sevgili hocam Sharon'ın -allah rahmet eylesin- gerçekten yaşayarak anlattığı o güzel deslerinde geçen, el değmemiş bir toplulukta bulunayım bir ara. Bir nevi Sisteki Goriller, Yüreğinin Götürdüğü Yere Git... fentezisi.

En azından bu yıl -mümkünse tüm hayatım boyunca- çok çok seyahat edeyim; Güney Doğu Anadolu'ya gideyim, Kaz dağlarındaki o güzel taş evlerden birinde bir kaç gün ruhumu hafifleteyim. Son 3 yıldır yapamadığım deniz tatilimi artık bu yıl yapayım, deniz tuzuyla kavrulup, sinüslerim boşaltayım. Güney Amerika'ya ordan Kuzey Avrupa'ya geçeyim, oradan aşağılara inip tüm Avrupa'yı trenle dolaşayım, kafamı trenden dışarı uzatıp rüzgara saçlarımı taratayım. Bir de Kenya'ya gideyim ('93 yılında bir antropoloji sınavım öncesindeki gece yüksek ateşle gördüğüm rüyada Kenya'da bulmuştum kendimi. İnanılmazdı... Detaylar başka bir posta), oradaki Viktoria gölünden Hint Okyonusuna kadar uzanan nehirden okyonusa varayım.
Bırak akan sular denize varsın (Buket Uzuner, Mavi Ada Kumral Tuna romanından, sayfayı hatırlamıyorum).

Çok dağınığım çok, biri beni toparlasa, çekip çevirse. Bu yıl aşk gelse... Ya da nerdeyse ben ona gitsem. Çin'de bile olsa gidip bulsam :))

Bu liste bitecek gibi gözükmüyor ama bir şey daha dilemek istiyorum: Yoga konusunda daha da ilerlesem (hem fiziksel hem ruhsal), sonrada kendimde yeterli gücü bulup, Himalaya eteklerinde bir ashramda bir kaç ay kalsam. Buna giden yolda sevgili rehberim, hocam Ferhan beni hiç yalnız bırakmasın istiyorum. Bu yıl yapamadığımız yoga seyahatlarini ileriki günlerde, aylarda gerçekleştirelim istiyorum.

Bir de (bugün şımarıklık yapma sırası bende) her yaşım için bir "comment" istiyorum. Çok mu istiyorum :(

İşte böyle, bir doğumgünü çocuğu bunları diliyor kendi dünyası, sevdiklerinin dünyası, herkesin dünyası daha güzel olsun diye.

Sunday, February 12, 2006

Bir Kar Tanesi Ol

Kon dilimin ucunaaa
Bir kar tanesi erir ağzımdaaa
.......

Monday, January 30, 2006

Hergün Pazar Olsa

Bu isteğim sadece haftasonu tatillerini sevdiğimden değil.

Bayramdan beri nerdeyse her pazar bizim evde bir curcuna var.

Bayram haftasının pazarında evimizde kız isteme töreni oldu.

Sonraki pazar ise nişan töreni.

Daha sonraki pazar (dün) ise biricik yiğenim, spyderman, çikolata ve pasta canavarı Boran'ın doğumgünüydü.

Gelecek;

Boran'a nice sağlıklı, şanslı yıllar.....

Sevgili kardeşime de nice sevgili dolu, mutlu yıllar gösterir inşallah.

İkisine de maşallah........

Wednesday, January 11, 2006

KURBAN BAYRAMI - NASIL BİR İBADET?

Bugün kurban bayramının ikinci günü. Özellikle dün bütün gün televizyon kanallarında yıllardır alışık olduğumuz görüntüler vardı; kıpkırmızı akan dereler, meraklı çocuk bakışları, pislik içinde kurban edilen hayvanlar.......

Herkesin haklı olarak şikayet ettiği şeyler değil bu yazının kaynağı. İnanç ile tanrıya ulaşma ile ilgili bazı şeyler yazmak istedim. Kendimi oldukça inançlı bulmakla beraber, tanrıya ulaşma adına izlenen YOLlar bana pek uymuyor. Takip edilen YOLun diğer detayları bir yana, günün anlam ve önemi bakımından satırlarımı sadece kurban bayramı(!) ile sınırlayayım.

Aslında tüm bayramlar dayanışma adına oldukça önemli. Kitleleri belirli kurallarla, doğruya yöneltmek gerekiyor. Bayramlar da bu amaç için çok çok önemli. Elimizde tuttuğumuz imkanları muhtaç olanlarla paylaşmamız, onları incitemeden, gerekli özen ve gayretle bunu yapmamız gerekiyor. Eh bunu da insanlara anımsatmak gerekiyor. İşte bayramlar bu nedenle, toplumun hafızasını tazelemek için iyi birer araç. Ama ne yazık ki, hayatın bize olduğundan daha az cömert davrandığı kişileri hatırlamak için bazen bayramlar bile yeterli olmuyor. YOLun ulaşacağı hedefi unutup, YOLun kendisine tapıp duruyoruz.

Tanrıya giden YOLun kalbimizden geçtiğini unutuyoruz çoğu zaman. Şekli şemali ayrı bir yerlerde çizilmiş, kalbimizin kıyılarından bile geçmeyen, ulaşacağı hedefi çoktan şaşırmış bir YOLun kayıp yolcularıyız artık. Yeryüzünün hakim varlıkları olarak, tam olarak ne için yaptığımızın farkına varmadan üstlerinde gücümüzü gösterebileceğimiz hayvanların kanını akıtıyoruz. Amaç eğer muhtaçlara yardımda bulunmaksa, bağışlayalım bunun karşılığını (çok istiyorsak ölçü birimi olarak bir koyunun ederini kullanabiliriz) yapalım ibadetmizi. Tanrı eğer bizim daha iyi insanlar olarak, muhtaçlarla elimizdekileri paylaşmamızı istiyorsa bunun yollarını kalbimizin sesini dinleyerek bulabiliriz. Elbette, uygun biçimde kurban kesip, eti muhtaç kişilere dağıtabiliriz, ama gerçekten böyle bir YOL izlemeye gerek var mı? Günümüz şartlarında bunu gerçekleştirmek ne kadar olası? Kurban etleri asıl amaca hizmet etmiyor. Çoğu kimsede görüyorum, etler ya derin dondurucularda saklanıp uzun aylar boyunca tüketiliyor ya da gerçekten ihtiyacı olmayan yakın çevreye (komşular, akrabalar) dağıtılıyor. Hedef şaşmış bir kere, ok da yaydan çıktığına göre, birileri kurban olacak ister istemez. Kurban kesmedik diye komşulardan biri bize et getirdi. Bu oldu mu şimdi, biz muhtaç mıyız, evimize et alamayacak durumda mıyız? Bu etin asıl gitmesi gereken onca insan varken bize gelmesi, hedefin şaşması değil mi? Bu muydu tanrının istediği? Eğer bir ibadette bulunacaksak önce kalbimizden geçen yola yönelelim, ulaşmak istediğimiz tanrının sesini mutlaka orada duyacağız.

Aklımıza bayramlarda geliyorsa bayramlarda ya da ne zaman geliyorsa o zaman, misyonuna inandığımız bir vakıfla imkanlarımızı paylaşmak gerçekten hedefin çok mu uzağında? Çıkıp muhtaçları tespit etmek, tek başımıza yapacağımız bir iş değil. Tek yapabileceğimiz bir organizasyona katılmak. Organize İşer Bunlar...Bir koyun parası etmese de LÖSEV'e bağışta bulunuyorum ben. Uzun süredir neredeyse tüm mali işlerimi internet üzeriden hallediyorum. Bağışlarımı da internet bankacılığı kanalı ile çeşitli vakıflara yapıyorum. Sanırım tüm bankaların internet şubelerinden kolaycacık bağış yapmak mümkün. Eğer kurban bayramı münasebeti ile bir bağışta bulunacaksanız isterseniz gerçekten de kurban kesilmesini isteyebiliyor ve etlerin bağış yaptığınız vakıfın hedef kitlesine ulaştırılmasını sağlayabiliyorsunuz. Ya da benim tercih ettiğim gibi isterseniz gönlünüzden kopan miktarın o inandığınız vakfın uygun gördüğü şekilde kullanılmasını tercih edebiliyorsunuz.

LÖSEV dışında bağış yaptığım kurumlardan biri de TEV. Hani hep e-card'ların ruhsuzluğundan bahsediyoruz, karşı taraf okuyup siliveriyor, geriye birşey kalmıyor diyoruz ya, bizi bu mızmızlanma halinden TEV'in sayfasındaki e-card'lar kurtarıyor. Buradan sevdikelerinize bir e-card yollamak istediğinizde karşınıza bağış yapabileceğiniz (hatta e-card yollamaktan daha basit) bir sayfa çıkıyor. Sevdiğiniz kişi bu kartı aldığında ona da bağış yapabilmesi için bir hatırlatma yolluyorsunuz. Bağış yapmadan kart yollamış olsanız bile onca atılan anlamsız e-postayı düşünürsek (özellikle de bilmem kaç gün için de bilmem kaç kişiye gönderirsen şansın açılacak vari mesajlar) en azından bir misyon gerçekleştirmiş oluyorsunuz.

Geçtiğimiz haftalarda yaptığım bir bağış için UNICEF'ten gelen mektup beni çok duygulandırdı. UNICEF gibi kurumlara sadece para aktararak bağış yapmıyorsunuz. Çok güzel hediyelik eşyalar ve kartlar satıyorlar, hem sevdiklerinizi sevindiriyorsunuz hem de muhtaçlara elinizi uzatıyorsunuz. Özel günlerde gelen tebrik kartlarına hep acımışımdır, en fazla bir kaç gün masanızda durup çöpe atılırlar. Düşünün bazı kurumlar binlerce tebrik kartı yolluyor, ne yazık ki bunlardan çok azı sosyal sorumluluk taşıyor. Oysa ki, TEMA, ÇYDD, UNICEF ve daha pek çok vakıf ve dernek, onlardan alacağınız kartlara istediğiniz mesajı basıyor. O güzel kartlar eninde sonunda çöpe gidiyor olsa da harcadığınız paranın bir kısmı en azından çöpe gitmiyor.

Bu konu da o kadar çok şey var ki yazılabilecek, ama biliyorum ki öz konuşmak her zaman hedefi tutturmak için en iyi yoldur. Bu yazıyı kalbimden geçen yol üzerinde yazdım. Umarım bunu okuyan hiçkimseyi incitmemişimdir.

Sosyal sorumluluk bilincimizin gitgide artacağı nice bayramlar dilerim.

Bayram Şarkısı:

Bu gün Bayram,
Erken kalkın çocuklar,
Giyelim en güzel giysileri,
Elimizde taze kır çiçekleri
Üzmeyelim bugün annemizi.

La la la laaaaaaaa

Not: İbadet denilen şey "yok şöyle yaptım yok böyle yaptım diye anlatılmaz" diyenler olabilir. Doğrusu ben de buna katılıyorum ancak, eğer bu yazıyı okuyup da bir vakfa ya da derneğe (ister verdiğim linkler olsun ister olmasın) bir kişi bile 1 ytl bile bağışlasa ne mutlu bana.

Monday, December 05, 2005

GÜNEŞ PIRIL PIRIL... EYMİR SİSLER İÇİNDE



Mevsim olarak kışa girdik ancak hala pırıl pırıl havalar devam ediyor. Ve ben buna sevinsem de bir türlü alışamıyorum, biyolojik dengem alt üst....

Yaklaşık bu noktadan, en son 19 Mayıs günü fotograf çekmiştim. Yine o günkü gibi bir sabah yaşadık. Dejavu... Yine ben sandalyemi kurup bu güzel manzara ve hava eşliğinde, biraz üşüsem de yaklaşık bir saat kitabımı okudum.



Bir dahaki Eymir yayınımı inşallah göl kenarından yapacağım...