.jpg)
Bilmek değildir bir gerçeğin içinde olmak. Yoksa deniz konusunda, coğrafyacılardan, deniz bilimcilerden daha bilgili olurdu balıklar. B. Shaw
Thursday, October 09, 2008
Bayram Kartpostalı
.jpg)
Tuesday, November 07, 2006
Tunus'ta 4. Gün
Dünkü yoğunluktan ötürü yapamadığımız Tozeur şehir gezimizi bu gün yapacağız. Her yer sarı tuğlalı evlerle dolu, sokaklar temiz. Şehir merkezine vardığımızda yine çok erken olmasına rağmen dükkanların çoğu açılmış bile. Ama benim gözüm, kapalı sebze pazarında. Türkiye’deki “Hal” benzeri bir yer burası. Tozeurluların sebze-meyve, et-balık alışverişlerini yaptıkları bir yer burası. Fiyatlar oldukça makul, hele deniz ürünleri tezgahında
yok yok. Ama şimdi size burada sakatatçının tezgahını göstermeyeceğim. Gerçi biz Türkler kelle-paça olayına aşinayız ama bir Deve kellesiyle göz göze olmak benim için de hoş değildi.
Tunuslu satıcılar pazarlığa çok müsait. Benim gibi pazarlığı bilmeyen biri bile bir küpeyi dörtte bir fiyatına almayı becerebilir.
Tozeur’u, burada en beğendiğim şehri, ardımızda bırakma zamanı geldi. Şimdiki istikametimiz, dağlardaki bir vadiden çıkan su ile beslenen Chebika vahası ve yine buranın yakınındaki Tamerza şelalesi. Chebika’daki köy önceleri daha yüksekte kuruluymuş ama 30 yıl önce yağan şiddetli yağmur burada ne var ne yoksa yıkıp geçmiş, pek çok kişi ölmüş, daha sonra köyü dağın eteklerine kurmuşlar. Yılda sadece 3 kere yağmur düşen bu topraklar için ne büyük felaket.
Neredeyse suyun kaynağına ulaştığımızda oldukça şaşırdım, bu kadar zayıf bir su nasıl da can vermişti bu topraklara. Bu suyun en taze haliyle daha kaynağında yüzümüzü yıkadım. Bu toprakların sıcağı, çıkan suları da kendine benzetmiş, ılık sular serinletmeye yetmiyor. Bu zayıf suyun beslediği bu vadideki vaha gölgesiyle, huzuruyla cennetten bir köşe olmalı. Cıvıltılı pazar yerini arkamızda bırakarak, Tamerza şelalesini tepeden göreceğimiz noktaya ulaşıyoruz. Burada da bir sürü satıcı var, özellikle çöl engereği ve akrepler tezgahları “süslüyor”. Tepeden manzara harika, şelalenin dibindeki gölette yüzenlere gıpta ederek artık buraları arkamızda bırakıyoruz. Gafsa’da alacağımız öğle yemeğinin ardından son gecemizi geçireceğimiz Hammamet’e doğru yola çıkıyoruz.Hammamet’e varmadan önce, İslamiyet’in Afrika kıtasına ilk geliş noktası olan Kairouan’daki tarihi Okba camisini ziyaret ediyoruz (tabii dışarıdan). Hicri 670 yılında inşa edilen camii oldukça büyük, dışarıdan sadece yüksek duvarlar ve dikdörtgen prizma şekilli minare görülebiliyor. İslam’ın erken döneminin en güzel mimari çalışmalarından biri kabul minare, camiye Hicri 724-727 yıllarında eklenmiş. Müslümanlar için çok önemli bir yere sahip bu camiyi 7 kere ziyaret etmek bir nevi hac olarak kabul ediliyormuş. Okba, oldukça büyük bir alana kurulmuş bir camii. Etrafını turlamaya karar verince, etraftaki çocuklar ısrarla kapı aralıklarından bize içeriyi göstermeye çalışıyorlar. İlk defa burada meşhur Tunus kapılarını fotoğraflama imkanı buluyoruz. Hepsi bir birinden güzel. Son olarak caminin hemen yanındaki dükkanın güzel kapı ve pencerelerini çekerken, dükkan sahipleri bizi teraslarına davet ediyorlar, daha güzel bir manzara görelim diye ama maalesef zaman dar ve yol uzun.
Hammamet, Akdeniz kıyısında yine turizm bakımından gelişmiş bir şehir. Bizim konakladığımız bölge tamamen otellerden oluşuyordu. Yarın ki son günümüzü otobüsle tamamlayacaktık artık Fercani’ye veda vaktiydi. Karşılıklı iyi dileklerle vedalaştık. Odamıza eşyalarımızı ve sonrasında da kendimizi sokağa attık. Yemeğe kadar olan birkaç saatlik vakitte, güneşin henüz battığı ama ardındaki pembe tülleri henüz toplamaya fırsat bulamadığı o kısa anlarda vurduk kendimiz yollara. Biraz yürümek iyi gelecek, ben bu tür seyahatlerde alışık değilim bunca hareketsizliğe, bacaklarımın açılması lazım.
Burada da 4 kattan daha yüksek binalara rastlamıyoruz. Bakımlı geniş caddeler, hoş dükkanlar, marinaya bakan tarafta güzel bahçeler içindeki deniz ürünleri restoranları, kafeler, karanlıkta yaptığımız sahil gezisi Hammamet’i çok beğenmemize neden oluyır. Yeliz’in Tunus’a geldiğimiz günden beri istediği kuş kafesini sonunda buradan alıyoruz, hem de zeytin ağacından yapılmış olanını. Tunus milli hentbol takımı dünya şampiyonasının yarı finalini İsveç’le oynamış ve maç Tunus’un galibiyetiyle henüz bitmişti, bu nedenle satıcılar oldukça neşeliydi. İşte O cadde...
Biraz deniz kıyısında, biraz marinada gezelim derken karnımızda çalan ziller yeniden otelin yolunu tutmamıza işaret ediyordu. Biraz bitkin ve aç bir şekilde yemeğe oturduk, yemeğin yanında yine Magon içtik, çorba ve tatlılardan shocomousse çook güzeldi.
Yemekten sonra sindirime yardımcı olsun diye biraz bilardo oynayalım dedik. Ama öncesinde lobideki bardaki televizyonda bir Türk müzik kanalını açık görünce Ferhat Göçer’in şarkısına hep bir ağızdan eşlik ettik. Bilardoda, kimin kime karşı oynadığı ya da takımların kimlerden oluştuğu belli olmadığı için galip ya da mağlup da olmadı sonunda. Şizo abla hariç herkes çok eğlendi. Benim hala bir tur daha oynama enerjim vardı, hem sabah da geç kalkacaktık ama kimse de güç kalmamıştı. Odalara gidip dinlenmeye çekildik.
Sabah yine de erken kalktım, Tunus’taki son günümüzün hüznüyle, aldığım ufak tefek şeyleri kırılmasınlar diye giysilerime sararak bavula erleştirdim.
Cumhuriyetimizin 83. yıl dönümüne uyandığımız gün Tunus’ta geçireceğimiz sonuncu günümüzdü. Geç yapılan keyifli bir kahvaltı ardından başkent Tunus’a doğru yola çıktık. Günün sonunda ne kadar harika bir sürprizle karşılaşacağımızı daha hiç birimiz bilmiyorduk.
Thursday, November 02, 2006
Tunus'ta 3. Gün - Sahra
Artık istikamet Douz...
Arazi yine dümdüz, çöl artık iyiden iyiye kendini gösteriyor. Uzun yolculuklar nedeniyle artık bacaklarımız da ağrımaya başladı. İşte aracımız sağa yanaşıyor, sol tarafımızda bir deve kervanı dinleniyor hemen yanı başlarından da Sahra başlıyor. Sahra her geçen gün biraz daha büyüyormuş. Yüzölçümü 9 milyon kilometre kare. Dünyanın en büyük sıcak çölü, nededeyse ABD kadar büyük. Alan olarak sanırım en büyük çöl Gobi. Yolları kum altında kalmaktan korumak oldukça büyük uğraş istiyor. Bu nedenle palmiye ağaçlarının dallarından setler yapılmış yol kenarlarına ve bunlar zamanla doğaya karıştığı için zaman zaman yenilenmesi gerekiyor.
Artık develerle Sahra'ya açılma vakti geldi. Ama önce uygun giysilere bürünmek lazım. Bu konuda Fercani bize yardım ediyor. Önce büyük bir dikkat ve el çabukluğu ile başımızı bağlıyor. Ben de bakarak öğreniyorum bu bağlama şeklini. Sonra da kafamızdan geçirerek jelabalarımızı giydiriyor. Bunlar önce turistik ritüeller gibi gelse de önemini daha sonradan anlayacağız. Sıra teorik deve binme dersine geldi. Hayvancağızlar zaten "kalk" demedikçe yerlerinden kımıldamıyorlar. Korkacak bişey yok aslında ama bizim grupta epey bi tedirginlik yaşayan var. Önemli olan bacağı atmadan önce eğeri iki elle sıkıca kavramak. Bir kere devenin üstüne yerleştirdikten sonra deve çobanı "kalk" emri veriyor. Daha sonra yapılması gereken tek şey devenin hareketlerine uyum sağlamak. Bakalım pratikte de bu kadar kolay olacak mı? İlk defa araba kullananların direksiyonu sıktığı gibi eğeri sıkmadığınız sürece sorun yok, hatta eğer ellerinizi bıkarırsanız herşey daha kolay oluyor, hem böylece fotoğraf da çekebilirsiniz...
Kum tepeleri gerçekten çok etkileyici. Yaklaşık 15-20 dk sonra develere "kıh" yapılıyor ve Sahra'ya ayak basıyoruz. Adımlarımız küçük ama anlamları büyük :) Ardımızda bıraktığımız izleri rüzgar tekrardan kumla dolduruyor. Buralar hep bereketli olsun diye iki elimi kumlara bastırıyorum ve aralarına bir balık figürü çiziyorum. Ama nafile, çölde şans ya da bereket size arkadaşlık etmiyor. Ayakkabılarımı da çıkarıyorum, kumlar yumuşacık pudra gibi. Kum tepelerinin gölgede kalan yamaçları serin, güneş alan taraf ise ılık. Tepelerden kayarak inip, kumlara yarı batarak yarı geri kayarak tekrardan çıkıyorum. Sonra küçük bir çukur kazıyorum ellerimle, ama o kadar kaygan ki kumlar ben kazdıkça onlar gerisin geri doluyorlar. Sonsuza kadar kumlarla oynayabilirim diye düşünüyorum ama bu şartlar altında sonun çok yakın olacağı belli.
Deve çobanlarından! biri dinleniyor
Başlangıç noktamıza dönmek için tekrardan develerimize biniyoruz. Herkes artık daha tecrübeli, eller havada. Dönünce kıyafetlerimiz çıkarıp elimizi yüzümüzü yıkarken anlıyoruz ki her tarafımız kum, kulak-burun-boğaz üçlüsü, fotograf makinamın pil yuvası, malesef objektifi, içimiz dışımız hep kum. Üstteki fotografta olduğu gibi, o baş örtülerini turist gibi değil de adam akıllı bağlamak gerektiğini böylece anlamış oluyoruz.
Taş çölünü Matmata'da geçmiştik, Douz'da da kum çölünü. Şimdi sıra Tuz çölünde.
İstikametimizi Tozeur'a doğru çevirdiğimizde, Fercani yönümüzü şaşıralım diye arabayla sayısız -ve muntazam- daireler çiziyor. Ama ekip cin gibi herkes doğru yönü gösteriyor. Sanırım benim kusma numaramın da Fercani'nin bu oyunu çabuk kesmesinde etkisi oldu. Alabildiğince büyük bir tuz çölündeyiz, küçük küçük su birikintileri ve kenardan akan dere pespembe. Bu çölün ya da gölün ismi Chott El Jerid. Ekipteki bazı kişiler bu tuzlu! suyun ciltlerine iyi geleceğine inanarak yüzlerine bu suyu sürdüler. Yeliz ayaklarını suya sokerken ben de sadece sol elimi batırdım bu suya. Su oldukça yoğun ve kaygan. Ama ben elimde bir gençleşme! hissetmedim. Ama sanırım diğerlerinin yüzü biraz güneşten yandı.
Taş çölü, kum çölü, tuz çölü derken biraz daha çöllerde kasak serap görmeye başlayacaktık. Hoş, Fercani bir ara “bakın solda serap var” dese de ben bunu pek bir şeye benzetemedim. Tuz çölünün ortasında 3-4 tuz tepesi serap olmazdı bence.Ahhh ahhh çöllerin ortasında bir vaha görme hasretiyle yanarken küçük bir yerleşim yerine ulaştık işte. Önce faytonlarımıza yerleştik. Bizim fayton, beyaz atlı ve beyaz boyalıydı, dördümüz de arkaya oturduk. Bizim sürücü önce diğer faytonlardan ayrıldı ve başka bir yöne gitmeye başladı, kaçırıldık diye düşünürken evine vardık, açık kapıdan içeride oturanları görebiliyorduk, bize gülümseyerek el salladılar. Sanırım bizim amcanın canı eve gitmek istedi ve bizi oğluna teslim etti. Genç çocuk ısrar edince Güven’de sürücünün yanına yerleşti. Bu arada grubun geri kalanına yetiştik. Arkada 3 kişi kalınca, rehberimiz Ayhan diğer faytondan atlayıp bizim yanımıza geldi. Sanırım bu biraz kıskanmalara neden oldu (sahne arkası olayları ayrıca yazarım :)). Etrafı palmiye yapraklarından yapılmış çitlerle çevrili bisürü vaha arasında ilerlemeye başladık. Narlar, hurmalar meyve dolu başlarını eğmiş bize selam veriyordu. Bazı narlar o kadar olgunlaşmıştı ki daha toplanmadan çatlayıvermişlerdi dallarında. Yol kenarında hurma hasat eden gençler, yanlarından geçerken bize avuç avuç hurma ikram ettiler. 10 dk. sürmeden gezeceğimiz vahaya ulaştık. Girişte bizi vahayı gezdirecek oldukça komik bir amca karşıladı. Başladı Ayhan’a Fransızca anlatmaya. O anlattıkça Ayhan’da bizi Türkçe aktarıyordum. Mesela Ayhan “bu da portakal ağacıymış” diyor, bizim amca da hemen bu sözleri Türkçe olarak tekrarlıyor. Neredeyse tüm gezi böyle geçti. Bence Tunuslular dil öğrenme konusunda çok yetenekliler.
Vahalar çöl ortasında, çooook derinlerden çıkarılan su ile beslenen yerler. Her bir vahada yaklaşık 10 ailenin mülkü varmış. Su topraktan kaynar çıkıyormuş ve tabi sulama yapmadan önce bunu derin havuzlarda soğutuyorlarmış, sonrada küçük su kanalları ile vaha sulanıyormuş. Buralarda 3 kademeli tarım yapılıyormuş. İlk kademede vahanın en yüksek bitkisi oldukları için hurmalar var. Hurmalar gölge yaptığı için su daha az buharlaşıyormuş. Bir alt kademe de ise narenciye, muz ve nar gibi ağaçlar yetişiyor. En alt kademe de ise sebzeler, yaseminler, kına ağaçları (kına bu bitkinin yapraklarından elde ediliyormuş) ve güller var. Gerçekten de çölün ortasında bu bir mucize olmalı diye düşünüyoruz. Ülkemizin her yerinden sular fışkırırken, coşkun ırmaklarımız varken bizim daha büyük mucizeler gerçekleştiriyor olmamız gerekmez mi???
Hurma, senede iki kere hasat ediliyormuş. En kaliteli hali bugünlerde hasat edilmek üzere. Birinci sınıf ürünler ihraç edilirken, geri kalan kısım da yurtiçi piyasaya sürülüyormuş. Ortalama bir hurma ağacı 15-25 metre uzunluğunda. Ağaç gövdesindeki her bir budak 6 aya karşılık geliyor ve bu budakları sayarak ağacın yaşı hesaplanıyormuş. Ağaç 3 yaşına geldikten sonra meyve vermeye başlıyormuş. Gezdiğimiz vahada 80 yaşında olduğunu söyleyen bir amaca çıplak el ve ayaklarıyla bir hurma ağacına çıkarak bize ilginç bir gösteri yaptı. Birinci sınıf hurmaların toplanması için önce bir kişi ağaca tırmanıp, hurma salkımını kesip, kendisinden biraz daha aşağıda olan kişiye uzatıyormuş, daha sonra o da bir sonrakine derken, elden ele en aşağıya ulaşıyormuş. Diğerlerini toplamak içinse, biri en tepeye çıkıp, kestiği salkımları yere atıyormuş…
Bir sabah için bu kadar aktivite yeter diyip, Tozeur’da kalacağımız otele varıp öğle yemeğinde biraz dinleniyoruz ve yine bavullarımızla birlikte Yıldız Savaşları ve İngiliz Hasta filmlerinin çekimlerinin yapıldığı Ong El Jem’e gidiyoruz. Artık asfalt yok. Yol yapımı için kumların tuzla sıkıştırıldığını düşünüyoruz. Etrafta çiftleşmeleri için doğaya salınmış bir sürü deve var. Fercani,
kum tepeleri üzerinde bize heyecanlı anlar yaşatıyor. Biri geleceğin, diğeri ise geçmişin konu edildiği iki filmin setleri arasında neredeyse sadece birkaç kum tepesi var. Yıldız Savaşları seti (yukarıdaki resim) oldukça iyi korunmuş, ancak İngiliz Hasta’nın setinden neredeyse hiçbir şey kalmamış, kumlar yutmuş her şeyi. Tozeur’a dönerken, bir tepede durup akşam yemekli gösteriye gideceğimiz vahaya şöyle bir tepeden bakıyoruz. Manzara bir kez daha çok etkileyici geliyor.
Aynı yolları tekrardan geçerek Tozeur’un şehir merkezindeki Dar Cheraiet müzesine geliyoruz. Burası bize eskiden nasıl yaşandığına dair epey bir fikir veriyor. Bina, Osmanlı hakimiyeti sırasında şehri yöneten Osmanlı beyinin eviymiş. Çok etkileyici bir mimarisi vardı. Özellikle stük denilen duvar ve tavan işlemeleri çok etkileyiciydi.
Tozuer, tipik tuğla mimarisiyle ünlü. Şehirdeki tüm binalarda aynı tarzı görmek mümkün. Böyle mimari karakteristikleri olan şehirleri çok seviyorum ben. Artık otele dönüp, yerleşme ve akşam gösterisi için hazırlanma vakti. 2003’te yaptığım Fas gezim sırasında, Chez Ali diye bir gösteri mekanına gitmiştik. Oldukça ihtişamlı bir gece yaşatmışlardı bize. Bu seferki de ona benziyordu ama oldukça zayıftı, hem mönü hem de gösteriler olarak. Allah’tan otelden ayrılmadan bir şeyler atıştırmışız, yoksa geç başlayan yemek yüzünden aç kalacaktık.
Önce At gösterisini izledik. Çok akıllı hayvanlardı. İki genç binici gösterilerini sunduktan sonra, bir kişi de ateş yutma ya da üfleme diyebileceğimiz bir gösteri yaptı. Ağzına aldığı yanıcı sıvı, bizim midemizin bulanmasına neden oldu. Daha sonra akrepler ve yılanlarla yapılan bir gösteri izledik. Bu gösterinin kurbanları zavallı turistlerdi :) allahtan biz önceden haberli olduğumuz için, kendimizi ısrarlı göstericiden köşe bucak sakladık.Sonra yemeğe geçildi. Tunus mutfağının en meşhur ara sıcağı olan ve bizim çiğböreğe benzeyen brik yedik önce sonra da etli Kuskus. Yemek yanında birkaç şişe Tunus şarabı tükettik ama adını hatırlayamıyorum, çok da içmedim ama … Müzikler transa sokacak kadar tek düze geldi bana, belki de amaç buydu zaten. Yorgunluktan biraz erken kalkalım dedik, tam hazırlanmıştık ki dansözler bir kez daha ama daha farklı! bir kıyafetle sahne aldılar. Yoğun istek üzerine :) biraz daha kalıp gösteriyi bitirdik.
Artık güzel bir uyku çekelim zira yarın yine güneş doğarken kalkacağız…
Wednesday, November 01, 2006
Tunus'ta 2. Gün
Artık Gabes'ten ayrıldık. Jeepimiz 10 yaşında ve 600 bin km. yapmış olmasına rağmen oldukça konforlu bir Nissan.
Şimdiye kadar geçtiğimiz yerler hep tabak gibi düz arazilerdi, yollar da dümdüzdü. Etragımızda hep sonsuz gibi görünen zetin ağaçları ve mülkiyet sınırlarını belirlemek üzere dikilmiş dev kaktüsler vardı. Çok olmasa da Hurma bahçelerinden de geçiyorduk.
Tunus gerçekten de bir Zeytin cenneti. Ülkede 16 milyon zeytin ağacı varmış, yani kişi başı 1,6 zeytin ağacı düşüyor. Zeytinliklerin %60'ının sahibi devletmiş, geri kalanı ise özel mülk. Ürünlerin neredeyse tamamı ham olarak İspanya ve İtalya'ya satılıyormuş. Geri kalan çok küçük miktar ise ülke içinde tüketiliyor. Yemeklerde özellikle de kahvaltıda zeytine çok nadir rastladık. Yazık...
Yollar biraz kıvrım yapıyor artık. İstikamet Matmata. Bu bölge bizim Kapadokya'daki kaya evlerine benzer evleriyle ünlü. Ama evler doğadan sadece mağara girişleriyle ayırt edilebiliyor. Bu girişler genellikle beyaz badanalı ve kapının üzerinde el ve balık figürleri var. El figürü, her ne kadar "Fatma'nın Eli" diye anlatılsa da bunun islamiyet öncesinde de kullanıldığı biliniyor ve bereketi simgeliyor. Balık ise şansı simgeliyor. İşte o evlerden birinin girişi.
Buradaki halk Berberi, yani Araplar gelmeden öncede buralarda yaşayan halk. Yukarıda görülen kapıdan girdikten sonra koridor hafifce bir kavis yapıyor ki, kapıdan bakınca içerisi görülemesin ve evin mahremiyeti korunabilsin. Bu koridoru geçince ortada yuvarlak bir açıklığa ulaşılıyor. Bu daire alanın üstü, gün ışığından yararlanabilmek için açık. Odaların herbiri bu ortadaki açık alana açılıyor. Buralarda 2-3 aile birlikte yaşıyormuş. Bir de bu evlerin ikinci katı var ki buraya bir halat yardımıyla çıkılıyor. Aşağıdaki resimdeki kadınlar bu evde yaşıyorlar, diğer kişi ise bizim yerel rehberimiz İmet, O'nun arkasında gözüken halatla yukarı çıkılıyor. Burası sadece kiler maksadıyla kullanılıyor ve sadece bir tane üst kat odası var.
Bunlarda evin bazı köşeleri, teyzeler ve hemen kapının önünde bağlı yavru develeri.
Artık ortalarda hiç ağaç yok. İyiden iyiye çöldeyiz ama taş çölünde. Biraz sonra Yıldız Savaşlarının film setiyle ünlü Matmata'daki mağara evini göreceğiz. Bu ev şimdilerde otel olarak kullanılıyor. Bazı odalar koğuş sitemi 6 yatak var.
Artık gün batmadan otele doğru yol almak lazım. Oldukça bakir bir doğanın ortasında yine tipik mimariyle inşa edilmiş otelimize varıyoruz. Otelin ismi Diar Al Berberi yani Berberi Diyarı. Eşyalarımızı hemen odaya attıktan sonra, otelden biraz uzaklaşıp bir tepe üzerinden gün batımını izliyoruz. İçimizde inanılmaz bir huzur.
Artık güneşi de batırdık büyük bir huzur içinde. ATVlerle geziye çıkanlar da döndü otele. Yemekte Tunus'un ünlü Magon şarabını denedik ve sevdik. Erkenden yatıp, daha güneş doğmadan kaltık. Artık istikamet Sahra'ya en yakın olacağımız çöl şehiri Douz.
Tuesday, October 31, 2006
Kızgın Çöllerden Akdeniz'in Koylarına

Yolların başlangıcı Ankara bizi gecenin en derininde 01.00'de uğurladı o Akdenizin serinlettiği, Sahranı'nın kavurduğu diyara.
Öğlen sonunda Tunus semalarında seyrederken ipe dizilmiş gibi muntazam uçsuz bucaksız zeytinlikler dikkatimi çekti önce. Bulutsuz pırıl pırıl mavi bir gözkyüzü ile Akdeniz'in mavisi arasında süzülürken engebesiz bir ülke uzanıyordu kanatlarımızın altında.
Bayramın son günü 15:00 gibi Akdeniz kıyısındaki Hammamet şehrindeki Monastır havaalanına indiğimizde, ılıman ve yumuşacık nemli bir hava karşıladı bizi. Kısa süren işlemler sonunda 25 kişilik jeep safari ekibi olarak Sousse'daki otelimize doğru yola çıktık. Sousse Akdeniz kıyısında turizm yönünden epey gelişmiş bir şehir. Buradaki otelimize yerleşmek biraz zaman aldı zira odalarımıza ulaşmak için labirent gibi koridorlardan geçmek durumundaydık. Tunus'ta hiç yüksek otelle karşılaşmadık, oteller genellikle 2-3 katlı. Ama kaldığınız yer büyük bir tesisse bu sefer de çok uzun koridorlar geçmek gerekiyor. Her gün farklı bir otelde konaklayacağımızdan dert edilecek şey değildi.
Akşam yemeğine kadar olan vaktimizi hemen bir takisiye atlayarak Port El Kantaoui'ye giderek geçirdik. Otel ile liman arasında taksimetre 3 Tunus Dinarı (TD) yazıyor. 1 TD yaklaşık 1 YTL, bu nedenle hiç aklınız karışmıyor alış-verişte. Bu liman, sakinliği, hediyelik eşya satan dükkanları, temiz sokakları, Türk canlısı sesnafı ve hoş kafeleri ile bizi çok memnun etti. Yelkenlilerin direkleri arasından güneşi batırırken bize içimi yumuşak biralar ve patates kızartması eşlik etti.
Yasemincilerle de ilk burada karşılaştık. Bu mis kokulu narin çiçeği bir kamışın tepesinde birleştirip, etrafını da yeşil yaprakla sarıp sokaklarda 1 TD'ye satıyorlar. İşte Yeliz'in yaseminleri:
Kantaoui'deki bu güzel akşam bittiğinde akşam yemeğine yetişmek üzere tekrar taksiye bindik. Şoför, kaldığımız otelin kartını göstermemize rağmen gideceğimiz yeri pek anlamış gibi gözükmüyordu. Bizi bir otele getirdi ama "burası değil diyince" çıktı ve hemen yandakine girdi biz de "hah burası" diyerek indik. Ama malesef burası da degildi. Yürüyerek buranın hemen yanındaki kendi otelimize ulaştık. Sonra anladık ki, bu üç otel bir zincirmiş ve hepsininin adının başlangıcı El Mouradi olduğundan karıştırmış şoförümüz. Eh biraz yemeğe başlamak geç oldu ama allahtan güç olmadı.
Tunus mutfağı'nın en baş yemeği kuskus ve genellikle tavukla yapılıyor ama asıl kuskus kırmızı etle yapılıyormuş. Türkiye, dünya'nın en önemli mutfaklarından birine ev sahipliği yapıyor, dolayısıyla bu kültürden gelen birinin kolay kolay beğenmeyeceği bir mutfakları var. O nedenle karşılaştırmaya girişmemek lazım hiç bir şeyi. Ama kimse aç kalmadı, hatta ben içinde nohut, yeliş merçimek, şehriye ve çeşitli baharatlar bulunan pilavı çok beğendim.
Ertesi gün artık yolculuğumuza jeeplerle devam edecektik ve her jeepte şoförümüz hariç 6 kişi olacaktık. Biz 4 kişiydik dolayısıyla yanımıza 2 kişi daha eklenecekti. Uçakta 3+3'lük sıranın bizim dışımızda kalan 2 koltuğunda oturanlar bizim yaşlarımızda ve hoş insanlara benziyorlardı, zaten Güven yolculuk süresince kendileriyle sohbet etmişti. Ben hemen kafamda jeepteki diğer 2 kişilik yere onları oturtum ve akşam yemeğinde bu planımdan o iki sevimli kardeşi de (Duygu ve Oytun) haberdar ettim. Sağ olsunlar onlar da bunu kanul etti de sabahleyin grubun geri kalanının yaşağını zannettiğim karmaşayı yaşamadık.
Sabahleyin daha ortalık karanlıkken odamızı terk edip gün doğarken kahvaltımızı bitirdik ve bizim grubu almaya gelen 5 jeepten birini gözümüze kestirdik. Her ne kadar diğer şoförleri tanıma fırsatımız olmasa da şansımıza çok iyi bir şoförümüz oldu 4 gün boyunca. Şoförümüz Fercani ilk zamanlar pek konuşkan değildi. Fena sayılmayacak bir İngilizcesi vardı ama sonra öğrendik ki asıl Almanca, İtalyanca ve İspanyolcayı ve elbette Fransızcayı iyi konuşuyormuş. "Turistlerle haşır neşir ola ola öğrendim" dedi bu dilleri ama bence bu onun özel bir yeteneği. Bizim gruptan Duygu iyi İtalyanca konuştuğundan 2. günden itibaren onu co-pilotluğa terfi ettirdik de Fercani'nin dili çözüldü. Aracımızın radyosunda çalan müzikler ve Fercani'nin kasetleri sayesinden Yeliz'le birlikte epey bir kurtlarımızı döktük arka koltukta.
Sabah ilk durağımız Sousse şehir merkezi oldu. Bu ülkede camiler sadece dışarıdan gezilebiliyor, çünkü camilerin gezme değil ibadet etme yeri olduğuna inanıyorlar. Bu nedenle Medina'daki (eski şehir ya da şehirdeki ilk yerleşim yeri anlamına geliyor, tıpkı bizdeki kale etrafındaki yerleşimler gibi) bir camiye dışarıdan baktıktan sonra kendimiz dar sokaklara attık, o kadar erkendi ki dükkanlar daha yeni yeni açılıyordu. Yanda Sousse medinasının dar sokalarından bir kare.
Daha derinlere dalmaya vaktimiz olmadığından limana doğru yürürken yol kenarında küçüçük bir kafe gördük. Sahibi kaldırımı yıkıyordu ve dükkanının önünde koca bir kapta harika limonlar duruyordu. Burada sabah vitaminimizi almaya karar verip güzel birer portakal suyu sipariş ettik. Portakallar hepimize yetmeyince Yeliz ve Oytun'un payına limonata düştü. Bu limonlardan da ne limonata oldu ama ohhhh mis missss...
Araçlarımıza yerleşip El Jem'e doğru hareket ettik. Ne şehir içlerinde ne de şehirler arasında hiç bir trafik sorunu ile karşılaşmadık. Bu yaklaşık 10 milyonluk ülkenin en hoşumuza giden yanı yolları ve sorunsuz trafiği oldu. El Jem'de Romalılardan kalma bir tiyatro var. Hadi bakalım tiyatro ile amfitiyatro arasındaki farkı bilenler parmak kaldırsın. Hatta Gladyotör filminin bazı sahneleri burada çekilmiş. Zaten Tunus'ta çekilen filmlerin (Star Wars, İngiliz Hasta, Gladyotör vb.) turizme epey bir katkısı var. Roma'daki Collesium'u görenler burayı oraya benzettiler.

İçeride, aslanların ve glatyotörlerin yaşadıkları yerin altında kalan delhizleri gezdikten sonra, sağlı sollu dükkanların ve sokak satıcılarının arasından tekrar aracımıza ulaştık. Tunus'ta eğer biletle girilen bir yerde fotograf da çekmek istiyorsanız, giriş ücretinden başka ayrıca 1 TD daha ödüyorsunuz. Tiyatronun orjinalinde tüm duvarlar mermerle kaplıymış ama şimdi hiç mermer yok. Bir yanda da restorasyon devam ediyordu ama bu hali belkide kemerler daha net gözüktüğü için bana daha etkileyici geldi. İşte yukarıdaki resim Tribünlere çıkan koridorlardan biri.
Sonra Gabes diye bir şehre gittik ve buranın baharat çarşısını gezdik. Gerçi benim beklentilerimi pek tatmin etmedi ama arkadaşlar küçük sabuna benzer kokular aldılar. Genelde de rağbet anlaşılan amber kokusuna idi. Satıcının bileğime sürdüğü koku akşam duş alana kadar geçmedi.
Tabi memlekette bol miktarda palmiye ve hurma ağacı olunca sepetcilik de gelişmiş durumda.
Gabes'ten ayrılınca rotayı iyice güneye çevirdik ve Sahra'ya yaklaşmaya başladık.
Şimdi başka işlerle uğraşmam gerektiğinden üzülerek ara veriyorum.
Monday, July 17, 2006
Uzaklardan Bir Telefon Açayım Dedim

Eh yandaki resimden de anlaşılmış olmalı nerede olduğum. Her ne kadar gezme amaçlı olmaza da ziyaret-i-sebebim, yine de bir kaç kare fotograf çekebildim.
Kaldığımız otel Hyde Park'a oldukça yakın bir yerdeydi yaklaşık 10 dakika da parkın Marble Arch girişine ulaşmak mümkündü. Şehrin böylesine orta yerinde, böylesine büyük bir yeşil alan -en büyüğü bu olmakla beraber daha bir çok park var- gerçekten harika bir şehir planlamacılığı örneği. Hele bir de sokakların arasında minik minik özel mülk parklar var ki muhteşem... Notting Hill filmindeki gibi :)
Harolds mağzasını!!!! anlatmadan geçemeyeceğim. Burası alış veriş çılğınları için bir mabed olmalı. Ben daha kapısında fenalık geçirdiğimden sadece bir kahve içip kendimi yine sokaklara attım. Büyük büyük camlı evler, kapısında güzel çicekler, ağaçlar... Evlerin fiyatlarını hiççç sormamak lazım, keza bu yaklaşık 7 milyonluk şehir dünyanın en(?) pahalı şehirlerinden birisi.
Sonra yine yeşil, yeşil ve yeşil... Burada tek alışamadığı trafiğin akışı :)

Yolumuza devam edip de parlamento binası olarak kullanılan binanın kuzey doğusundaki şaşmazlığıyla ünlü saat kulesine vardığımda artık ayaklarım beni taşıyamaz olduğundan bir Hop-on&off servisi alıp, şehri bir süre de böyle gezdim. 80'in üzerinde nokta da duraklayan bu meshur iki katlı kırmızı otobüsten St. Paul durağında inip fotograf-su ve ihtiyaç molası verdik.
Aman allahım bu ne sıcak 30 derece!!! gökyüzü pırıl pırıl. Kötü havasıyla ünlü şehir burası mıydı? Bir gün bile bana kötü yüzünü göstermedi. Havanın bu kadar sıcak olacağını bilsem yağmuruk yerine şapkamı alırdım yanıma.
Şimdi geç oldu... Ben eve gidip biraz dinleneyim artık...
Tuesday, June 27, 2006
Dalga, Kuş ve Böcek Sesli Bir Tatil


Tatiller benim için hep birer anı biriktirme kumbarası olmuştur.
Bir sürü şey biriktiririm bu kısa da olsa büyükşehir hayatının koşturmacacının durduğu anlarda.

İşte bu yıl, tam da herşeyden bunalmışken, geçmeyen hastalıklarla uğraşırken, 5 günlüğüne de olsa çok güzel bir tatil yaptım sevgili arkadaşlarımla. Gitmeden önceki hafta 39,5 derece ateşle yatak döşek yattığımdan, neredeyse iyileşip de yola çıkamayacağımı düşünüyordum. Neyse ki ateşim düştü de 3 günlük bir geçikmeyle, İstanbul'dan arkadaşlarımızla Datça'da buluştuk. Otobüs yolculuğumuzun ardından Bodrum-Datça arasını 2 saatlik bir feribot yolculuğuyla geçtik ve ben bu yolculuğun daha ilk yarım saatinde iyileştim. Sinüslerim açıldı, nefes alabilir hale geldim, nem tüm solunum yollarımı yumuşacık yaptı.
Sonrasında da cennet koyların koynunda, anlatamaya burda klavyenin yetmeyeceği anlar yaşadık.
Tatili güzel yapan sadece doğa, hizmet değil birlikte olunan dostlardır da.
Tekrardan teşekkürler dostlarım...
Wednesday, April 05, 2006
Viyana-Episode II

Efendim malum bu şehir kahveleri ve kahvehaneleri ile ünlü. Ben de bol bol "kuşatmalar" yaptım bu mekanlara ve birbirinden güzel torteler denedim :P
Viyana ile ilgili daha ilk yazımda zaten Landtmann'dan bahsetmiştim. Daha sonraki her güne "bir müze bir torte" yerleştirerek, vurdum kendimi sokaklara. İşte Hunderwasserhaus'tan sonra yaşananlar.
Önce Staatsoper gezildi. Buradaki fotograflar ışık ve bendenizin beceri eksikliğinden karanlık çıktı :( Neyse, kapıda biraz kuyrukta bekledikten sonra saat 2'de başlayan ve çeşitli dillerde rehber eşliğinde yapılan 1 saatlik bir tura katıldım. Nispeten küçük bir bina olsa da insanda ilk seferde bir labirent içinde geziyormuş hissi uyanıyor. Belki de rehberler de bunu yapmaya çalışıyordur. Bu bina hakkında detayları linkten bulabilirsiniz ama benim en çok ilgimi çeken bir kaç şeyi paylaşayım. 1869'da Mozart'ın Don Juan eseri ile açılışı yapılan binanın çok büyük bölümü -II. Dünya savaşı sırasında- 12 Mart 1945 yılında bombalarla yerle bir olmuş. Bu durum bile Viyana'nın kültürel hayatını kesintiye uğratamamış. 10 yıl boyunca yeniden inşası süren Staatsoper, 5 Kasım 1955 tarihinde Beethoven'ın Fidelio eseriyle yeniden kapılarını açmış. Sahnenin derinliği, seyircilerin oturduğu alanın 2 katı!! Biz gezerken sahnede dekor kurma çalışmarı yapılıyordu. Ormanlar, binalar, perdeler.... bunu görmek çok büyülüydü.
En üsteki güzelim sarı nergislerin fotografını, Staatsoper'den çıkıp Demel'i aramaya giderken yolumun üzerindeki bir çiçekçide çektim.


Diğer oturduğum kafelerle karşılaştırınca bana biraz kasvetli geldi burası ama yine de yediğim torte ve melange oldukça başarılıydı. Ama tortenin (soldaki resimdeki) ismini hatırlayamıyorum şimdi, belki ulu gurme Mr. TD söyler bize hangisi olduğunu :))
Tabi daha müzelerin kapanmasına vakit olduğundan ve ben yediğim torteden fazlasıyla enerji aldığımdan bir de bunun üzerine Kunthistorisches Museum'u (Güzel Sanatlar Müzesi) gezdim.






Çikolatave çikolatalı ürünleri seven biri olarak applestrudel'in, güzel ama bana göre olmadığını söylemek isterim. Burada tatlımın yanında güzel bir İngiliz çayı içtim şööle limonlu limonlu.
Demel'den zar zor ayrılıp günün müze gezisini yapmak üzere Schönbrun'e yol aldım........
Artık uzun bir yazı olduğu için arkası "yarın"
Thursday, March 30, 2006
İşte Viyana'daki Mahallemiz
Sıradan ailelerin yaşadığı ve çoğunluğu belediye tarafından yaptırılmış olan evlerin bulunduğu bölgeler öylesine güzel planlanmış ki, işte insanlığın hakkettiği şartlar bunlar diyorsunuz. Binalar arasında nefes alabileceğiniz kadar büyük yeşil alanlar, çocuk parkları, kreşler, sağlık merkezi, yürüme mesafesinde tüm ihtiyaçlarınızı karşılayabileceğiniz çarşılar.
Ne yazık ki, sevgili güzeller güzeli ülkemizde böylesi bir mahalle ancak Ankarada'ki Bilkent ya da İstanbul'daki Ataşehir, Ataköy ile karşılaştırılabilir :(
İşte mahallemizden bazı fotoğraflar: Apartmanların girişlerinde yaklaşık 1mx1m boyutlarında çok güzel mozaik tablolar var. Sanat ne kadar da sıradan günlük hayatın bir parçası. Eğer sanat günlük hayatın içinden gelmiyorsa işte o zaman üstümüze uymayan bir elbise gibi oluyor...

Fotograflardaki ufaklik benim sevgili kuzenim ve adaşım.